Yeni müfredat yeni bir çağ mı?

 

Prof. Dr. Osman Çakmak

Acaba hiç düşündük mü? Öğrenciye, ne deniyorsa onu yapmasını öğreten, memura salla başını al maaşını dedirten, politikacıyı takılmış plak gibi aynı tekerlemeleri söyleten, milletvekilini, parti liderine kayıtsız şartsız bağımlı kılan kimlik ve kişilik özellikleri nasıl doğuyor? Problemlerin etrafında dolaşan ama onu çözemeyen bireyler haline neden geldik? Aklın ve bilimin değil tabuların yönlendirdiği ve yönettiği bir toplum haline gelmemizin asıl sebebi nedir?

İnsanın düşünce sistemi uygulanan eğitime göre şekillenir. Mevcut sistemin nasıl bir insan tipi oluşturduğu konusunda maalesef çalışmalar yok. Eğitimin amacına ulaşmadığı ama amaçlanmayanların oluştuğunu; sorgulayan, haklarının farkında ve becerileri gelişmiş insan tipi çıkarmadığını gösteren bir deneyi yıllar önce Nokta Dergisi yapmıştı.

 

İlginç bir deney

Tiyatro sanatçısı Ezel Akay, elinde bir megafon koyu renk elbise ve siyah pardesü giyen ekibiyle İstanbul Yeni Camii’nin arkasındaki parka gider. Çevredeki insanlara megafonla sert bir emir verir: “Herkes ayağa kalksın!” Sesi duyan, Akay’ı ve ekibini gören herkes istisnasız derhal ayağa kalkar. Aynı şeyi bu kez Eminönü İskelesi’nde dener: “Herkes yere çöksün!” Gemiden inenler, bilet kuyruğunda bekleyenler, simitçiler, işportacılar emri duyar duymaz yere çöker. Aynı manzara bu kez Mecidiyeköy’deki stadyumun önünde tekrarlanır. “Herkes ellerini kaldırıp duvara yaslansın!” emrini duyanlar sesini çıkarmadan denileni yerine getirir.

 

Daha sonra ekip bir fabrikanın önüne gider. Mesai saati başlamak üzeredir. Fabrikanın girişine bir masa koyup üzerine düzmece bir evrak yerleştirir. İşçilere, “Herkes içeriye girerken bu kâğıtlara parmak basacak!” diye emreder. Herkes parmağını basarken sormak kimsenin aklına gelmez “Hemşehrim siz kimsiniz, neden bu kâğıtlara parmak basıyoruz?” diye…

 

Benzer tavır son olarak Beyoğlu’ndaki İstiklal Caddesi’nde tekrarlanır. Kalabalık, “Herkes sıraya girsin, arama var!” emriyle koyun sürüsü gibi sessizce sıraya girer. Ancak caddedeki bir çift bu emre uymaz. Ekiptekilerden biri onlara bağırır: “Hey siz ikiniz! Emri duymadınız mı?” Kendilerine seslenildiğini anlayan adam İngilizce cevap verir: “Who are you? What is happening here?” Sıradakilerden takım elbiseli bir bey ekibe yardımcı olmanın verdiği gururla lafa karışır: “Adam turist, İngilizce konuşuyor.” Ekip elemanı gülmemek için kendisini zor tutar:

-Ne diyor peki?

Siz kimsiniz, burada neler oluyor?

O iki turistin haricinde hiç kimse neler olup bittiğini, kendilerine böyle gün ortasında emirler yağdırıp sıraya sokanların kim olduğunu sormaz ya da soramaz.

Peki bu örnek neyin resmi?

Mevcut eğitim yapısının insanımızı eğitme yerine “eğip büktüğü”, beceri ve sorgulama yeteneklerini; hatta kimlik ve kişiliğini elinden aldığını gösteriyor bütün bu örnekler. Uygulanan eğitimin anatomisine bir göz atıldığında bu sonuçların çıkması hiç de şaşırtıcı değil aslında. Zira mevcut eğitimin özünde “kişilerin seçme haklarının elinden alındığı, kişiye rağmen tanımlanan ‘doğruların’ öğretici yoluyla dikte ettirildiği kolayca görülebilir. Gözlem, deney, proje temelli ve senaryo destekli uygulamalardan uzak, gerçek hayattan kopuk sürdürülen derslerle, kişiye ulaşan bilgiler akıl yoluyla irdelenmeden, nedenleri sorgulanmadan mutlak doğrular olarak kabul edilmektedir. Neyi, nasıl ve ne zaman yapacağı sürekli  “öğretici” tarafından empoze edilmektedir. Şüphesiz bu “emredici” yapı dehayı körelten bir davranıştır. Bu durumda ayakları üzerinde durmayı öğrenemeyen, kendisini değerli hissetmeyen ve özgüveni olmayan bir kişiliğin ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir ki? Böyle yetişen tipler karşılaştığı problemleri çözemeyecek, yeni şeyler üretemeyecektir. Ne olmak istediğini, ne de hayattan beklediğini bilebilecektir.

Bu yapının diğer bir yan ürünü ise dogmatik zihniyeti yansıtan “tek doğrulu” bakış açısında ve “Sorma! Düşünme! Körü körüne inan!” anlayışında fertler yetiştirmesidir. Zihnî boyuttan (muhakeme, akıl yürütme, yorumlama vb.) uzak bir şekilde, daha önceki bilgilerle ilişkilendirilmeden yürütülen eğitim süreci öğrenciyi, yalnızca ‘evet-hayır’ kesinliğiyle hâdiseleri ele almaya teşvik etmekte, öğrencilerin fıtraten sahip oldukları şüphe ve merak hislerini dumura uğratmaktadır. Böyle olunca da okuduğu her yazıya, duyduğu her söze ve ileri sürülen her fikre düşünmeden inanması istenen öğrenci, hür düşünmeyi, düşünce üretmeyi, başka fikir ve görüşlere karşı saygılı olmayı öğrenememektedir. Öğretmenin dediği, kitabın yazdığı doğru anlayışı ile ikili mantığın çemberinden geçen insanımız, kendisine öğretilenler konusunda kuşkusu bulunmayan, bilgilerinin dayanağı sadece onları öğretene duydukları güvenden ibaret şahsiyet teşekkül ettirmektedir.

Yeni müfredatın vaat ettikleri

Bu noktada Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredatına değinmekte fayda var. Bakan Hüseyin Çelik, ekip halinde bakanlık tarihinde şimdiye kadar görülmedik bir uygulama ile bugünlerde il il dolaşarak bu öğretim yılında ilköğretimlerde uygulamaya konulan müfredatla ilgili gelişmeleri yerinde takip ediyor. Aslında pek farkında olunmasa da yeni müfredatla birlikte eğitim dünyamız sessiz bir değişiklik yaşıyor. “Yeni müfredat” mevcut Millî Eğitim’in felsefesinin değişmesi anlamına geliyor bir bakıma.

Öğrencilere nelerin öğretileceği konusunda devletçi anlayış yeni sistemde yine ağırlığını sürdürse de uygulanan müfredat öğrenciye neyi nasıl öğreneceği konusunda kısmî serbestlik veriyor. Bunun en önemli yanı öğretmenlerin “öğretici”  konumdan kısmen çıkarılmaya çalışılması belki de… Yeni sistemde öğretmen esasen ders konusunu anlatmayacak. Yeni sistem, daha ziyade öğrencinin yaparak, yaşayarak öğrenmesini, iş birliği yapmasını, proje üretmesini esas alıyor; bilginin nedenini sorgulayarak kavramasını ve beceri kazanmasını istiyor. Sonuçta öğrenci, doğruların değişebileceğini öğrenerek, üretici ve mucit düşüncelere, problem çözme yeteneğine sahip kılınıyor.

Bu sistemde öğrencinin kendisini ifade etmesi, bilgiyle yüklenen nesne konumundan bilgiyi kullanan ve üreten özne konumuna çıkarılması esas alındığına göre yıllardır lafta kalan “fikri hür, vicdanı hür ve eleştirel düşünmeye sahip” nesiller artık yetişmeye başlayacak mı? Eğer sistemi dejenere etmeden uygulamayı becerebilirsek “Yeni Müfredat” haklarının farkında, sorgulayan, farklılıklara saygılı insan yetiştirmenin aracı olabileceği gibi “üretememe” ve “çözememe” hastalığımıza da bir çare olabilir. Tabii bunlar başarılırsa Türkiye’nin yeni bir çağın başında olduğunda söylemek kehanet olmaz herhalde.

Müfredatta ne eksik kaldı?

Peki müfredatta eksik kalan ya da asıl tartışılması gereken noktalar yok mu? Buradaki Salı nokta reformun odağında öğretmenin bulunmasıdır. Bakanlık, öğretmeni mesleğinde “profesyonelleştirecek” bir akademik ortam sağlamak için neler yapacak? Halihazırda kaybolmuş imajını maddi-manevi anlamda düzeltecek hangi tedbirleri alacak? Müfredatın hayata geçirilmesi için en büyük engellerden olan, “gerçek bilgiyi” ve beceriyi değil, malumatı esas alan, dolayısıyla yeni sistemi dejenere edecek olan OKS ve ÖSS gibi sınav sistemlerinin yerine alternatif bir yöntem ikame edecek mi?

Belki bu soruların cevapları verilerek, yeni müfredatın yeni bir çağın kapısını aralayıp aralayamadığı anlaşılmış olacak. Kim bilir?

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir