Araştırmacı Yazar Mehmet Deri’nin bizimle bu değerli bu röportajı paylaştığı için teşekkür ediyoruz.Aşağıda kendisin röportaj için küçük bir notu bulunmakta.Ayrıca Yazarımızın diğer çalışmlarını Mehmet DERİ Makaleler bölümünde bulabilirsiniz.
Mehmet DERİ: Osmanlılar, 400 atlı diye ifade edilen küçük bir aşiret olmalarına rağmen, Koca Bizans’a karşı, Karamanoğulları ve Germiyanoğulları gibi büyük Anadolu beylikleri varken nasıl karşı koyup cihan devleti haline geldiler? Aşîretten cihãn devletinin çıkmasını ne ile izah edebiliriz?
Ahmet AKGÜNDÜZ: Osmanlı Devleti’nin kuruluşu üzerinde, özellikle 20. yüzyılın başında yerli ve yabancı araştırmacılar çokça durmuşlar ve 400 atlıdan cihan devletine geçişin sırlarını araştırmışlardır. Fuad Köprülü’nün ve H. A. Gibbons’un aynı adı taşıyan Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserleri, bunlara misâl olarak zikredilebilir. Bu görüşleri bir iki cümle ile özetledikten sonra kendi kanaatimizi zikredeceğiz.
A) Bu konuda Gibbons’un başını çektiği bir nazariyeye göre, Osmanlılar, ancak Balkanlardaki fetihlerden sonra Anadolu’daki topraklarını genişletebilmişlerdir. Balkanlardaki fetihleri, tahrip ve yağma maksadıyla yapılış bir akın değildir, belki planlı bir yerleşmedir. Buraya kadar doğrulara tercüman olan Gibbons, daha sonra Osmanlı aşiretinin küçük bir aşiret olduğunu; hatta Moğolların elinden kaçtıktan sonra Anadolu’ya gelişlerinde Müslüman olmuş olabileceklerini; yeni Müslüman olmanın heyecanıyla gayrimüslimleri de zorla İslâmlaştırdıklarını, aslında kendi nüfuslarının az olduğunu, ancak dine dayanan yeni bir Osmanlı ırkı meydana getirerek yerli Rumları da yanlarına aldıklarını, harb esirlerinin İslâm’ı kabul etmesinin onlar için imtiyaz olduğunu ve kısaca Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu yeni bir dinle yeni bir ırk ortaya çıkarmaya borçlu bulunduğunu açıklamaktadır. Bu görüş daha sonra gelen tarihçiler tarafından, özellikle Fuad Köprülü tarafından şiddetle tenkit edilmiştir.
B) P. Wittek, Osmanlı Devleti’nin tam bir gazi devlet özelliği taşıdığını, teşkil ettiği uç kültürü ile Osmanlıların fethedilen yerler hakkında tam bir müsamaha içinde yaklaştıklarını ve bunun da kaynaşmayı kolaylaştırdığını ifade etmektedir.
C) F. Giese ise, Gibbons’u şiddetle tenkit ettikten sonra, Osmanlının kuruluşunun maneviyat erlerinin gayretiyle mümkün olduğunu ve ahilerin rolünün asla inkâr edilemeyeceğini açıklamaktadır.
D) Balkan tarihçileri, başta IORGA olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin vahdetçi ve muhafazakâr tavrı sebebiyle, Bizans’ın anarşi ve terör havasından bıkmış köylü ve askerlerinin (akritoi), kültür, din ve medeniyet konusundaki devamlılığı da müşahede edince, düşünmeden ve kitleler halinde Osmanlı’ya teslim olduklarını açıkça beyan etmişlerdir.
E) Bütün bu görüşleri yazdığı eserleriyle tahkik ve tenkit eden Fuad Köprülü, Gibbons’un Osmanlı Aşiretinin önemsiz bir aşiret olduğu görüşü ile yeni ihtida iddiasını haklı sebeplerle reddederken, Osmanlı Devleti’nin tamamen dini sebeplerle olan yükseliş tarzına, bazen aşırıya varan tarzda itiraz etmektedir. Fuad Köprülü, bütün meseleyi, Ahlat’tan Domaniç’e gelen Ertuğrul Bey ve neslinin insan yapısına bağlamaya çalışmaktadır. Bu arada ahilerin Giese tarafından ifade edilen kuruluştaki rollerini mübalağalı bulmaktadır. Köprülü, kuruluşta, Moğolların baskısı sonucu Anadolu’ya göç eden Türkmenlerin gaza ruhu ile Bizans topraklarını Dâr’ül-İslâm yapmak üzere gayretlerinin; Selçuklu Devleti’nin zaafa düşmesi ve Anadolu Beyliklerinin kurulması gibi bu dönemde meydana gelen büyük siyasî olayların, Türklerin sahip olduğu etnik özelliklerin; Osmanlı kabilesinin asil oluşunun; Anadolu’da oluşan Gâziyân-ı Rum, Âhiyân-ı Rum, Bâciyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum gibi askerî, sosyal ve iktisadî grupların; nihayet Osmanlı Beyliğinin bulunduğu yerin jeopolitik durumunun; diğer beyliklerin Osmanlı Beyliğine karşı hasmâne tutum içine girmemelerinin ve benzeri sebeplerin, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve inkişâfında önemli roller olduğunu uzun uzadıya açıklamaktadır. Fuad Köprülü’nün gaza ruhunun ve i’lay-ı kelimetullah gayesinin bu konudaki rolünü küçümsediği kanaatindeyiz.
F) Bu arada son zamanlardaki görüşleri de özetleyen Halil İnalcık, Balkanlarda Osmanlı’nın yayılışının tamamıyla muhafazakâr bir karakter taşıdığını, ânî bir fetih ve yerleşme mevzubahis olamayacağını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askerî zümrelerinin (voynuklar ve lagatorlar gibi) yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının Hıristiyan tımar erleri olarak Osmanlı tımar kadrosuna sokulduğunu, delilleriyle anlatmaktadır. Osmanlı Devleti’nin hiçbir zaman İslâmlaştırma politikası gütmediği şeklindeki görüşün ise, kısmen yanlış anlaşıldığı kanaatindeyiz.
Bütün bu görüşleri değerlendirdiğimizde, problemin İslâm’ın fetih ve harble ilgili hükümlerinin incelemeden meseleye yaklaşmak olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Zikredilen sebeplerin elbette ki Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük etkileri olduğunu, ancak asıl mesele Osmanlıların devlet kurma ve idare etmedeki ilahi kabiliyetlerinin yanında, doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete layık doğruluğu yaşamaları ve ilk fetih yıllarında İslâm’a olan bağlılıklarının tam olarak devam etmesidir. Çünkü şu Müslüman Türk Devletinin bir zamanlar, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve varlığını devam ettiren, devletin ordusundaki Kur’an’dan alınan şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, ölürsem gaziyim” Gerçekten Kosova muharebesine çıkan Murat Hüdavendigar’ın son duası şudur: “Ya Rab! Beni din yolunda şehid, ahirette said et” demiş ve istediği olmuştur. Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, şevk ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış, daima Avrupa’yı titretmiştir. Size de soruyorum, şu dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda öyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi duygu bu manevî değerlerin yerlerine ikame edilebilir?
Bu iman ve idealin istikametinde yürüyen “devlet-i ebed-müddet” asırlarca dört kıt’aya hükmetmiştir ve medeniyet götürmüştür. Bu şanlı tarihin temelini nasıl atıldığını ise, 1071’de Malazgirt’te konuşan ve sesi tarihin derinliklerinden bize akseden Alparslan’dan dinleyelim: “Din ve devlet yolunda sırf Allah rızası için savaşacağız. Eğer şehid düşersem vurulduğum yere gömünüz, bir adım geriye bile değil… Hükümdar olarak değil bir er gibi din ve devlet için dövüşeceğim.” Bu sesi duyan ve bu ruhla Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Bey’de ölüm döşeğinde aynı ruhu oğlu Orhan’a da aşılamaktadır. “Oğlum, mesleğimiz Allah yoludur. Kuru kavga değildir.”
Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler, ne derece manevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz. Ne vakit manevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemişizdir ve düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır. Bilesiniz ki, düşman bizi hiçbir zaman açık savaşta yenememiştir. Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemiştir. Bir milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, manevî bataryaları boş olduğu müddetçe yıkılmaya mahkûmdur.
Hamâset gibi görülen bu cümleler aslında Gibbons’un Wittek’in ve Giese’nin hissedip de ifa edemedikleri duygular olduğu kanaatini taşıyoruz. Bu genel girişten sonra bazı hususları ifade edeceğiz.
a) Osmanlıların hem Allah’ın kendilerine ihsan ettiği etnik özellikleri ve hem de bulundukları mevkiin her açıdan fetih ruhuna uygun olması, kuruluş ve gelişmelerinde mühim rol oynamıştır.
b) Bu arada kendilerine düşman olan Bizans’ın yıkılma noktasına gelmesi, kendini iktisadî açıdan devam ettirebilmesi için vergi ve idare açısından kendi vatandaşlarına zulmetmesi, Bizanslılar, Sırplar ve Bulgarların Ortodoks olmaları hasebiyle, bazen Avrupa’dan destek yerine köstekle karşılaşmaları, elbetteki yukarıda zikredilen sebepleri destekleyen etkenler olmuştur.
c) Ancak yerli ve yabancı tarihçilerin Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesini etkileyen haller olarak açıkladıkları sebeplerin, aslında Osmanlı Devleti’nin doğru bir şekilde İslam Hukuku’nun hükümlerini uygulamalarıdır demek daha doğru olsa gerekir kanaatindeyim.
Mehmet DERİ: 22 milyon km2’lik bir coğrafyada hangi dil, din, ırk ve mezhepten olursa olsun insanları birarada tutan sır neydi?
Ahmet AKGÜNDÜZ: Buna Pax Ottoman diyebiliriz. Batı literatüründe Pax Ottoman olarak ifade edilen kavram, Osmanlı Devleti’nin hükümfermâ olduğu çağlarda dünya barışına olan katkısı anlatılmak için kullanılır. Devrinin süper gücü olduğu halde bu gücü dünya barışının sağlanmasında kullanan Osmanlı’nın geniş bir coğrafyada tesis ettiği barışın ne anlama geldiği gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Zira Balkanlar, Karadeniz sahilleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyası bugün siyasal dengelerin ve uluslararası barışın giderek bozulduğu mekânlar haline geldi.
Balkanlardan çekilen Osmanlı’nın boşluğu doldurulamamış, bu bölge iyice balkanlaşmıştır. Balkanlaşma terimi bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı ve siyasi kaosu ifade etmek için kullanılan siyasî bir kavramdır. Terim bütün anlamını Osmanlının bölgeden çekilmesi ile ifade edecektir. Geniş Arap Dünyası Osmanlı bayrağı altında yaşadığı huzurlu günlerini hiçbir zaman tekrar yakalayamamıştır. Arap toplumuna batının İsrail’i hediyesi Osmanlının zâfiyete düşmesi ve bölgeden çekilmesinden sonraya rastlar. Osmanlı Medine fukarasına Anadolu içlerinden ve Mısır’dan vakıflar kanalıyla yardım akıtırken, sürreler gönderirken son yüzyıl içerisinde çöreklenen batının tek gayesi vardı bölgede, sömürü ve petrol. Osmanlı’nın çekilmesinden sonra geniş Arap coğrafyası cetvelle taksim edilerek batı emperyalizminin sömürüsünü kolaylaştıracak siyasî haritalar oluşturuldu. Barış da Osmanlı ile beraber tarihe karıştı.
Osmanlı, Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir denge unsuruydu. Pek çok etnik yapıları ve dinleri farklı toplum kesimlerinin taleplerinin buluştuğu ortak bir noktaydı. Kilise ile camiinin yan yana durduğu bir üst kültürü tesis etmiş idi Osmanlı. Bu üst kültürün tesisi “İlâhi Mesuliyet”’e dayanıyordu. Fetihlerin zaten temel felsefeleri de bu ilâhî mesuliyete dayanan bir zihin dünyasının ürünü idi. Devletler fethetmek, yeni topraklar kazanmak, güçlü bir devlet kurmak, geniş halkalara hükmetmek gibi seküler dünyanın temel ideali olarak görülen hedefler Osmanlı yöneticisi için bir araç olmaktan öteye gitmiyordu. Zira bütün İslâm toplumlarında hâkim zihniyet dünyalık elde etme esası üzerine değil “i’lây-ı kelimetullah” gibi üst bir ideal etrafında şekillenmişti. En azından teorik olarak böyleydi. Temel hedef, dinin yücelmesi, korunması, İslâm nimetinden bütün insanlığın istifadesi idi. Güçlü bir devlete, bunun için ihtiyaç vardı.
Kendilerini “şer’i şerif”e bağlı gören Osmanlı yöneticileri hakimiyetleri altında bulunan hiçbir etnik azınlığa tahakküm etmeyerek kendi inançları doğrultusunda yaşamalarını temin etmiştir. Zira bu tutum İslâm’ın temel bir ilkesi idi ve İslâm hukukunun ehl-i zimmete tanıdığı haklar içerisinde yer alıyordu. Bunun dışına çıkılamazdı. Zaten Müslüman ecdadımız, her meselede olduğu gibi, Osmanlı Devleti’ne ait topraklarda yaşayan gayrimüslimler hususunda da, “şer’i- şerif” dedikleri hukukun çizdiği sınırlar çerçevesinde hareket etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde “şer’i-şerif” denilen İslâm hukukuna göre, Müslümanlarla sulh yapan ve Müslüman bir devletin hakimiyetini kabul eden gayrimüslimlere “zımmî” adı verilmektedir. Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve “şer’i-i şerif” ne diyorsa öyle muamele yapılıyordu.
Osmanlı tarihinden bu inanç hürriyetine ilişkin pek çok örnek bulmak mümkündür. 1463 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılan Bosna Hersek’te Osmanlının âdil ve hoşgörülü idaresi sayesinde bu bölge insanları hiçbir baskı altında kalmadan İslâm dinini seçmişler ve Osmanlı Devleti’ne ve onun temsil ettiği ideallere bağlı kalmışlardır. Büyük Fatih, Bosna’yı fethettiği zaman bölge halkına dînî hürriyet tanımış, mal ve can güvenliği sağlamıştır. Fatih’in buradaki Lâtin papazlarına gönderdiği bir fermanda bölge halkına tanınan mal ve can güvenliği, dinî serbestiyet ve sağlanan hürriyet ortamı açıkça ifade edilmektedir.
“Ben ki Sultan Mehmet Hanım. Cümle avâm ve havassa ma’lûm ola ki, iş bu dârendegân-ı fermân-ı hümâyûn Bosna ruhbanlarına mezîd-i inâyetim zuhûra gelip buyurdum ki, mezbûrlara ve kiliselerine kimse mânî ve müzahim olmayıp ihtiyatsız memleketimde duralar. Ve kaçup gidenler dahi emn ü emânda olalar. Gelüp bizim hâssa memleketimizde havfsiz sâkin olup kiliselerine mütemekkin olalar. Ve yüce hazretimden ve vezirlerimden ve kullarımdan ve reâyalarımdan ve cemî-i memleketim halkından kimse mezbûrelere dahi ve ta’arruz edip incitmeyeler, kendülere ve canlarına ve mallarına ve kiliselerine ve dahi yabandan hâssa memleketimize âdemgelirler ise yemin-i mugallaza ederim ki göğü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve Mushaf hakkıçün ve ulu Peygamberimiz hakkıçün ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkıçün ve kuşandığım kılıç hakkıçün bu yazılanlara hiçbir ferd muhalefet etmeye. Mâdem ki bunlar benim emrime mutî ve münkâd olalar. Şöyle bilesiz.”
Fatih’in fermanından ifadesini bulan temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınarak ve şefkatli ve âdil bir idare sayesinde Balkanlarda asırlardır devam eden Balkan feodal beylerinin zulüm ve baskıları sona ermiştir. Osmanlının bu topraklardan elini çekmesi ile ne yazık ki burada kargaşa ve zulüm tekrar başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin âdil idaresi altında hayatlarını devam ettiren gayri müslim tebaa devletin son dönemindeki otorite boşluğu ve bu arada dış mihrakların tahrikleri neticesi, küllenmiş kin ve düşmanlıklardan doğan baskı ve zulümleri tekrar sahneleyecekler ve maalesef bugünkü Bosna ve Kosova trajedisinin gerçekleşmesine giden yolu açacaklardır.
Bugün Kosovalıları etnik temizliğe tabi tutan Sırp faşizmi bundan beş yüz elli sene önce Osmanlının şefkatli ellerine sığındığını çoktan unutmuştur. Fatih Sultan Mehmed, Rumeli’deki fetihlerini genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalan Sırplar, Macaristan ile Osmanlı Devletinden birisini tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardır. O dönemde Sırplar Ortodoks, Macarlar ise Katolik idiler ve Romalılar ile Latinler arasında anlaşmazlık bulunduğu gibi, bunlarda birbirlerini hiç sevmezlerdi. Macaristan Kralı Jan Hunyad, Sırbistan’ı ele geçirmek istiyordu. Sırbistan Kralı George Brankoviç, kendisini Osmanlı Devleti’ne karşı isyan et-meye teşvik eden Macaristan Kralı nezdine bir heyet gönderir ve sorar:
“Macarlar Türklere galip gelirse, Sırplıların mezhepleri olan Ortodoksluk hakkında ne gibi müsaadelerde bulunacaksınız?”
Jan Hunyad’ın cevabı, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygılarının derecesini yansıtması açısından çok ilgi çekicidir.
“Sırbistan’ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim. Ortodoks kiliselerini yıkacağım.”
Aynı soruyu sormak üzere bir heyeti de Fatih Sultan Mehmed’e göndermiş ve Fatih’in verdiği cevap ise şöyle olmuştur:
“Her camiin yanında bir kilise inşa edilecek” Bu cevabı alan Sırbistan Kralı, Hıristiyan olan Macaristan’a değil, Müslüman olan Osmanlı Devleti’ne itaat etmiştir.
Fatih’in İstanbul’u fethettiği zaman Galata Cenevizlilerine verdiği Ahidnâmede gayrimüslim tebaanın temel hak ve hürriyetlerinin korunması ve toplum barışının tesis edilmesini ifade eden tarihimizin önemli vesikalarından biridir.
Osmanlılar dünya siyasî arenasında bir denge unsuru olma yönünde politikalar geliştirmişlerdir. Batıda ve Doğuda askeri zaferler ile sağlanan bu denge unsuru misyonu, yükselme döneminde tam anlamıyla gerçekleşecektir. 16. yüzyılda Akdeniz ve Karadeniz Türk’ün hâkimiyetine giriyor, Balkanlarda sulh ve sükûn hali sürüyor, Kuzey Afrika, Arabistan Yarımadası bu güçlü devletin hakimiyet sahasına girerek barış ve hoşgörüyü ve hürriyet ortamını sağlarken, diğer Avrupa ülkelerinin ilk dikkate alacakları ülke durumuna geliyordu. Avrupa ülkeleri aralarındaki ilişkilerde bile Osmanlı’nın ne söyleyeceğine bakıyorlardı. Dolayısıyla Osmanlı’yı gözardı eden ve Osmanlı’dan bağımsız bir politika izleyemiyorlardı. Zira Osmanlılar Avrupa’yı seyreden pasif bir seyirci değil, muktedir bir oyuncu idi. Şu söylenebilir; yıkılırken bile uluslararası güçlerin dikkatle izlediği bir ülke durumundaydı Osmanlı Devleti.
Osmanlı idaresi zulme değil adalet ilkelerine dayanıyor, şer’i şerif’in çizdiği sınırları aşmıyorlardı. Dolayısıyla insan hak ve hürriyetleri, çağının en geniş anlamı içerisinde Osmanlı’da uygulanıyordu. Din ve ırk ayrılığı bu haklara mani değildi. Zira batıda Osmanlı tehdidinin sürdüğü 1533-1546 devresinde Protestanlar geniş ölçüde Katolik Habsburg baskısından kurtulmuşlar idi. Hatta XVI. Yüzyıl ortalarında Türkler Protestanların ümidi olarak telakki edilecek ve Osmanlı topraklarındaki Protestanların serbestçe dini icraatlarını yapmaları imparatorluk topraklarında yaşayanlar için bir ideal olarak görülecektir. “Türklerin eline düşmek Frenklerin eline düşmekten daha iyidir” diyorlardı. 16. yüzyılda Portekizliler ile barışın tesisi aşamasında Portekiz kralına gönderilen nâmede ki ifadeler Osmanlı Barış şemsiyesinin büyüklüğünü anlatmaktadır.
“Hak sübhanehu ve Te’alâ hazretlerinin ulv-i inayeti ile şimdiki halde hilafet-i rûy-ı zemine kabza-ı tasarruf ve iktidar murad olup şark ve garbın re’âyâsı cenah-ı devletimizle müstazıl olup daima re’âyâ hakkında mezîd-i merhamet-i şahânemiz mebzûl olduğına binâen…”
Cemil Meriç’in Osmanlı’dan niçin bir Bodin, bir Makyavel, bir Hobbes yetişmediği sualine cevap şöyledir:
“Niçin yetişsin? Mutlakiyetin bu yavuz nazariyecileri Osmanlı mülkünde yaşasalar Zat-ı Şahane’nin destancısı olurlar. Ülkelerinde gerçekleştiğini görmedikleri âdil ve kerîm devlet rüyasını yalnız Osmanlı gerçekleştirmiştir.”
Faifax Downey “Kanuni Sultan Süleyman” adlı eserinde; “Yirmi muhtelif ırka mensup halk, Süleyman (Kanuni Sultan Süleyman)’ın hâkimiyeti altında sızıltısız, gürültüsüz yaşadılar. Re’âyânın, Müslüman olmayanlar dahil, arazi sahibi olmalarına cevaz verildi. Buna mukabil onlara bazı mükellefiyetler yükledi. Bir çok Hıristiyan, vergileri ağır ve adaleti kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Türkiye’ye gelip yerleştiler” diyor.
Doğuda ise Sünnî İslâm dünyasının koruyuculuğunu ve önde gelen temsilciliğini üstlenerek Şii tehlikesini bertaraf etmişlerdir. Müslüman ahali üzerindeki Şii zulmünü defetmeyi farz-ı ayn telakki eden Osmanlılar, ilan ettiği seferler ile İslâm dünyasındaki yerlerini daha da sağlamlaştıracaklardır. Zira Yavuz’un Mısır Seferi ile Osmanlı padişahları halife unvanını alarak manevî nüfuzlarını arttıracaklardır. Tüm Müslümanlar üzerinde söz sahibi olma imkânı bahşeden halifelik kurumu, Osmanlı’nın hem gücünü pekiştirmiş ve hem de hedeflediği barışı tesis etmede yardımcı olmuştur.
1590’da imzalanan antlaşma ile Osmanlı üstünlüğü doğuda pekişmiştir. Bu anlaşma ile 1555 antlaşmasında üzerinde durulan Hz. Ali dışındaki üç halifeye sövüp sayma anlamına gelen “tebarrai”liğin men’i sağlanmıştır. Bundan sonraki antlaşmalarda bu dini hususlar hep ön planda tutulmuştur. Osmanlılar bu tarz izledikleri politikalarla Sünni dünyayı manevî yönden destekleme ve dinin koruyuculuğu imajlarını pekiştirmiş oluyorlardı. Dinin koruyuculuğu misyonu oldukça ön planda görülüyordu. Seferlere çıkılırken teorik gerekçe dinin muhafazası ve din gayreti üzerine tesis ediliyordu. Portekizliler Hindistan’ı işgal ettikleri zaman buranın küffar elinden istihlası için Osmanlı donanmasının Süveyş’e açılabilmesini mümkün kılacak Süveyş kanalı projesinin ön gerekçesinde Hindistan’dan Haremeyn-i Şerifeyn’i ziyarete gelecek Müslümanların yollarının kesilmesi ve dahası Müslümanların kafirlerin taht-ı hükümetinde olmalarının reva görülemeyeceği idi.
Kanuni dönemi, Osmanlı barışı teriminin yüklendiği anlamın tezahür ettiği parlak bir dönem idi. Zira bu dönemde sağlam bir hukuk anlayışını hâkim kılma çabaları, adalet prensibinin ön plana çıkarılması, Sünnî dünyanın liderliğinin ve koruyuculuğunun, doğuda Safeviler’e batıda Hıristiyan alemine karşı “ilahi misyon”un üstlenilmesi, XVI. yüzyılı Kanunî çağı haline getirecektir. Bu dönem daha sonra hep idealize edilecektir.
Sokullu Mehmed Paşa’nın günün şartları içerisinde gerçekleşmesi güç olan projeleri hep bu üst idealin eseriydi. Süveyş kanalının açılarak bölgede ve Hind denizinde daha etkin bir politika izleme, Orta Asya’dan batıya uzanan tarihi ticaret ve hac yollarını kontrolü altına almaya çalışan Moskova knezliğini engelleyerek Orta Asya’nın Sünnî dünyası ile irtibatını artırma, Hazar denizine ulaşmak için Don-Volga kanalını açma ve Endülüs Müslümanlarını daha ciddi bir şekilde destekleme, bu projeler arasında sayılabilir.
Kısaca Pax Ottoman demek, bütün insanları Allah’ın kulları kabul eden İslâm Hukuku’nun Osmanlı Devleti tarafından uygulanması demektir.
Mehmet DERİ: Cumhuriyet dönemi boyunca yapılan Osmanlı düşmanlığının temelinde ne yatmaktadır?
Ahmet AKGÜNDÜZ: Günümüzde, Osmanlı Devletine cephe alan belli mihraklar ve karanlık güçler, üç kol halinde, en uzun ömürlü İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti’ne hücum etmektedirler. Birinci kol, İslâm’a düşmanlıklarını açıktan ortaya koyamayan ve bunu Osmanlı düşmanlığı adı altında yürüten din ve tarih düşmanlarıdır. Bunlar, kusurlarıyla birlikte, İslâm’ı hayatın bütün safhalarında yaşayan ve yaşatmaya çalışan Osmanlı Devleti’ni tenkit etmekle, açıktan yapamadıkları İslâm düşmanlığını böylece yapmış oluyorlar. İkinci kol ise, altı yüz sene, İslâm’ı neşretme hizmetindeki Osmanlı Devleti’ne ayak bağı olmuş, İslâm’ı kendi sâfiyetinden çıkarmaya çalışmış bir devletin fikir propagandalarına kanan ve tarihimizi tam bilmeyen bazı saf Müslümanlardır. Üçüncü kol ise, Osmanlı Devleti’nin bütün Müslümanları kucaklayan ümmet ve Osmanlı Milleti anlayışına karşı çıkan ve yanlış olarak Osmanlı Devleti’ni Türk düşmanı gibi göstermeye çalışan belli bir ekiptir. Özellikle Fatih’in kapıkulu sistemini ve Sokullu gibi başka ırklara mensup Osmanlı devlet adamlarını acımasızca tenkit edenler bu gurup içinde yer almaktadırlar. Her üç kolun da ellerinde koz olarak kullandıkları en önemli mevzulardan biri, Osmanlı padişahlarının ve Osmanlı Devleti’nin, İslâm dininin, içki yasağı ile alâkalı hükümlerini hiçe saymaları ve aşırı bir içki müptelası olmaları şeklinde iddiadır. Harem mevzuu da bu tür iddialarla bezenerek ve süslenerek vatandaşın önüne çıkarılmak istenmektedir.
Son 100 yıldır Türkiye’deki yayın organlarının çoğunluğu, her devirde farklı kelimeler üreterek, Avrupa’nın güzelliklerini bizim kötülüklerimizle ve asırların birikimi olan medeniyetin güzel meyvelerini tarihimizdeki bazı şahısların kötü halleriyle mukayese ederek, cerbeze ile tarihimizi çirkin göstermektedir. Hristiyanlığın malı olmayan medeniyeti tamamen ona mal ederek ve İslâmiyet’in düşmanı olan geri kalmayı İslâm’a dost göstererek feleği ters çevirmeye çalışmaktadır. Geçmişle günümüzü mukayese ederken, birbirine benzeyen şeyleri kıyaslayıp kıyaslamadığımıza dikkat etmeliyiz. Çünkü ancak birbirine benzeyenler mukayese edilebilirler. Mesela Osmanlı’daki saltanatı, ancak Ortaçağ Avrupa’sındaki Krallık ile mukayese edebilirsiniz; Osmanlı hukuk sistemini, ancak siyahlara ayrı ve beyazlara ayrı kanunları tatbik eden Avrupa kanunları ile kıyaslayabilirsiniz; Osmanlı Haremini ancak beraber olduğu yüzlerce kadının heykellerini saraylarının duvarlarına diktiren Avusturya krallarının hayatıyla kıyaslarsanız, o zaman doğru sonuçlara varabilirsiniz.
Eğer Avrupa’ya çok şiddetli bir bağlılık ve kendi milletinin tarihine ise derin bir nefret duygusuyla, Avrupa’nın nâ-meşru veledi gibi davranırsanız o zaman, tahrip fikri ve aldatıcı cerbeze ile, geçmişine isyan eden bir hicivci; ecdadına iftira eden bir müfteri ve kendi milletinin haysiyetini yerle bir eden hayırsız bir evlat olursunuz. Artık böyle davranan kalemlerde, gurur ve benliğin de etkisiyle, milletine karşı dinen ve aklen mükellef olduğu şefkat hissi yerine tahkir duygusu; sevgi yerine nefret; benimsemek yerine hafife almak; saygı yerine geçmişini cahil göstermek; merhamet yerine böbürlenmek ve nihayet hamiyet yerine asılsızlık ve soysuzluk alâmetleri görülmeye başlar. Maalesef her gün misâllerini basında görmek mümkün olan bu tip kalemler, Paris’te gayr-ı meşru eğlence âleminde çıplak bir kadının giydiği elbiseyi överler; tarihe altın sayfalar yazdırmış olan muhterem bir hocanın veya kâdî’nin elbisesini yererler.
Önemle ifade edelim ki, tarihine ve dinine taraftarlık içinde olanlara mutaassıp tabiriyle hücum eden bu çeşit Avrupa kâselisleri, kendi mesleklerinde, en az tenkit ettikleri dindar ve vatanperver kalemlerin yüz katı kadar mutaassıptırlar. Bunların Shakespeare’i överken yaptıkları aşırılıkları, tarihini ve dinini seven insanlar Abdülkadir-i Geylani veya Fatih Sultan Mehmed hakkında yapsalar, herhalde bu çeşit kalemler tarafından tekfir bile edilirler.
Mehmet DERİ: Sayın Ahmet AKGÜNDÜZ, yapmış olduğunuz açıklamalarınızdan dolayı teşekkür ederiz.
Ahmet AKGÜNDÜZ: Ben de teşekkür eder, yayın hayatınızda başarılar dilerim.