Kutul Amare Özet
Feridun ESER
Geyve İmam Hatip lisesi
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla övemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım…
—Boğamazsın ki!
—Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
…
Adam aldırmada geç git diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.
Evlatları, babalarını geçmeyen milletler yükselemezler…
Tarih, bir laboratuar gibidir; ders almak gerekir.
Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu önder Atatürk diyor ki, “Türk gençliği atalarını tanıdıkça kendine büyük işler yapma kuvveti bulacaktır.”
Tarih bir bilim dalıdır; milletlerin kültürlerini, hayat tarzlarını, dostlarını ve düşmanlarını, milli ve manevi değerlerini gösterir; öğretir. Dostlarımızı ve düşmanlarımızı öğrenmek, tanımak için milli ve manevi değerlerimizi tanımak için tarih öğrenmeliyiz; tarihimizi öğrenmeliyiz. Tarihi bilmek, tarihle ilgilenmek zorundayız. Tarihini bilmeyen milletler, başka milletlere özenirler; zamanla milli benliklerini unutur ve başkalaşırlar.
Tarih öğrenmek, tarihi bilmek milli şuuru uyandırır, milli bilinci artırır, kuvvetlendirir. Tarih şuurundan yoksun olan toplumlar, kendileri olamazlar, kendilerini var eden değerleri, kendilerini kendileri yapan değerleri unuturlar ve başkalaşırlar. Bilge lider olarak bilinen, Bosna lideri Alia İzzetbegoviç der ki; “Savaş, ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.”
Milli şuuru var eden en önemli etken tarih bilgisidir. Millet olarak tarih şuuruna sahip bir nesle çok ihtiyacımız var. Tarihimizi, tarihimizdeki olayları sebepleri ve sonuçlarıyla iyi öğrenmeli, iyi kavramalıyız. Geçmişle geleceği birbirine bağlayan köprü tarih şuurudur. Milletler, varlıklarını sürdürmek için tarih şuurunu canlı tutmaya çalışırlar ve canlı tutmak zorundadırlar. Tarih, insanlara, topluma aşk ve şevk verir; heyecan verir.
Derin ve ihtişamlı bir mazisi olan Türk milleti de gençlerine, yetişen yeni nesle, sağlam bir tarih şuuru vermek zorundadır. Bu milli bir vazifedir, milli bir borçtur. Tarih, geçmiştir ama öyle bir geçmiş ki geleceğe yön verir, geleceğe ışık tutar. Geçmişini iyi bilenler, gelecekleri için iyi ve doğru bir yön çizerler. Tarih şuuruna sahip olmak demek, kuru kuruya tarihle övünmek, sadece atalarımızın yaptıklarıyla övünmek demek değildir; tarihten ibret alıp, ders çıkarmaktır. Böyle bir millet varlığını sürdürür, yarınlara ulaşır.
Uzunca bir zamandır çeşitli hilelerle, tuzaklarla, oyunlarla bizleri milli şuurumuzdan, tarihi değerlerimizden uzaklaştırma çabaları yürütüldü. Tarihi değerlerimiz, milli ve manevi değerlerimiz aşağılandı, eleştirildi, unutturulmaya çalışıldı. Haysiyetli, sağlam ve şerefli bir hayat yaşamak isteyen milletler, tarihlerini, milli ve manevi değerlerini, onları inşa eden büyük evlatlarını, kahramanlarını tanımak zorundadırlar. Yeniden Türkleşmemiz, yeniden Müslümanlaşmamız gerekiyor; yeniden iman tazelememiz gerekiyor; yeniden büyük millet olmak için, yeniden büyük devlet olmak için bu şart! Yıkmaya, yok etmeye çalıştıkları bir kültürü, bir medeniyeti yeniden ayağa kaldırmamız gerekiyor. Geçmişteki gibi büyük ideallere sahip olmalı, büyük düşünmeliyiz. Milletleri diri tutan, iri tutan milli ideallerdir. Türk milleti, İslam’ı kabul ettikten sonra büyük bir idealin peşine düşmüş, büyük düşünmüştür. Neydi o ideal? O ideal, ila-yı kelimetullah için nizam-ı alem idealiydi; yani dünyaya hükmetmek, adalet vermek, İslam’ı hakim kılmak idi. Gerek Selçuklu gerekse Osmanlı Devletleri, İslam’ın ve Müslümanların koruyucusu idiler. İnsanların büyüklüğü, inançlarının ve ideallerinin büyüklüğü oranındadır. Millet olarak yine büyük düşünmek zorundayız; büyük düşünen insanlar, kahramanlar yetiştirmek zorundayız.
“Bastığın yerleri, toprak diyerek geçme; tanı
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı!”
Napolyon’u değil onu yenen Cezzar Ahmet Paşa’yı tanımamız gerekir. Şövalyelere değil akıncılara hayran olmamız gerekir. Noel babayı değil Nasreddin Hoca’yı, Keloğlan’ı, Dede Korkut’u bilmemiz, öğrenmemiz gerekir. Platon’u, Sokrat’ı, Aristo’yu bildiğimiz kadar hatta ondan fazla Yusuf has Hacib’i, İbn-i Sina’yı, Farabi’yi bilmemiz gerekiyor. Tarih öğretimi, değerlerin ve ideallerin öğretimidir.
Tarih, milletin hafızasıdır; tarihini bilmeyen bir millet, hafızasını yitirmiş bir insan gibidir. Hafızası olmayanın kimliği ve kişiliği yoktur. Milletin devamlılığı için tarih bilmek, tarihi şahsiyetleri tanımak gerekir. Tarihe yön vermişiz, çağ açıp çağ kapatmışız; üç kıtada at oynatmışız; büyük bir medeniyet kurmuşuz, dünyaya hükmetmişiz. Sadece savaşçı değil aynı zamanda alim, bilge, bilim adamı, düşünür de yetiştirmişiz. Büyük devletler sadece silahla, kılıçla kurulmaz ve yönetilmez; sadece silahla büyük devlet olunmaz; büyük devlet aynı zamanda bilimle, sanatla, düşünce üretimiyle, sağlam bir kültürle, bilge kişilerle, bilim ve düşünce adamlarıyla olur. Çağımızın Mevlanalarını, Yunuslarını, Ahi Evranlarını, çağımızın Alparslanlarını, Kılıçarslanlarını, Osman Gazilerini yetiştirmeliyiz.
“Sahipsiz olan vatanın batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır”
Milleti bir arada tutan, onu tek yürek yapan en önemli etkenlerden biri, acısı ve sevinci ile, birlikte yaşananlardır; o milletin tarihidir. Tarih, milletlere, dostlarını ve düşmanlarını öğretir. Eğitim, özellikle tarih eğitimi bireylere, millet sevgisi, millete bağlılık ve hürmet hissi oluşturur. Birey, bu eğitim – öğretimle kendini milleti ile özdeşleştirir. Milli tarih ve milli kültür şuurundan kopuk bireyler, milletlerinden de kopukturlar; böyle kişiler, başka milletlere hayranlık beslerler, özenirler.
Bir milletin geçmişteki başarıları ve güzel hatıraları, geleceğine ışık tutar ve umut olur. Medeniyetleri kuran ve geliştirenler, milletleri ayakta tutan ve yön verenler, o milletin içinden yetişen “büyük adamlar / insanlar”dır. Şanlı bir geçmişe sahip olan Türk milleti, geçmişte olduğu gibi gelecekte de büyük olmak, geçmişe olduğu gibi geleceğe de damga vurmak arzusunda ise büyük evlatlarını ve onların hatıralarını canlı tutmak ve yetişmekte olan yeni nesillere öğretmek, tanıtmak zorundadır.
Müslüman Türk milletinin örnek alacağı kişiler, yabancı milletlerin kahramanları veya yabancı ideolojilerin fikir babaları olmamalıdır! Bizim örnek alacağımız kahramanlar, kendi tarihimizden, kendi kültürümüzden olmalıdır; bu, daha mantıklı, daha sağlıklı bir örnek alış olur. İnsan, hangi dünya görüşü ile yetişir ve motive olursa, davranışları ve hayatı ona göre şekillenir; temelinde, o görüşün bulunduğu bir toplum, hatta bir dünya kurulur.
Yerçekiminden ilk bahseden Newton’dan 600 yıl evvel Biruni’dir; bu gerçeği kaç kişi bilmektedir? Birleşmiş milletler fikrinden ilk bahseden Farabi’dir; bu gerçeği kaç kişi bilmektedir? Küçük kan dolaşımını William Harvey değil İbni Nefs fark etmiş ve çizimini yapmıştır. Bu gerçeği niye gizlemişler? Bu arada Piri Reis’in çizdiği haritaları unutmayalım… Bize, geçmişimizi, büyük adamlarımızı, kahramanlarımızı unutturmuşlar; unutturmuşlar ki, kendimizi büyük hissetmeyelim ve büyüklük hayallerine kapılmayalım; büyük düşünmeyelim istemişler. Unutturulan bir şey daha var: Kut-ül Amare zaferi….
Kut-ül amare zaferi, I. Dünya Savaşı yıllarında Irak cephesinde İngilizlere karşı kazandığımız büyük bir zaferdir… Niye büyük bir zaferdir? Çünkü bir İngiliz ordusu orada Türk ordusuna teslim olmak zorunda kalmıştır… Dünya tarihinde ilk defa bir savaşta en fazla düşman askerinin esir alındığı savaştır Kut-ül amare savaşı… Neresidir Kut-ül amare? Kut-ül amare, Irak’ta, Bağdat’ın 170 km güneyinde, Basra körfezinin 350 km kuzeyinde, Dicle nehri kıyısında bir kasabadır. İngilizlerin, bu topraklarda ne işi vardır? İngilizlerin amacı Osmanlı topraklarına, Ortadoğu’ya egemen olmak; buralardaki kaynakları sömürmektir. Daha net ifadelerle söyleyelim: Irak petrollerine el koymak, Mezopotamya’nın verimli topraklarını ele geçirmek ve Osmanlı idaresi ile güneydeki Arapların arasına girmek, arasını ayırmak idi. Sömürgeci güçler, ele geçirdikleri topraklardaki yer altı ve yer üstü kaynaklarını bedavadan kullanmayı, o bölgenin halkına bırakmamayı amaç edinirler. Sömürgecilik, bir tür uluslar arası hırsızlıktır…. İngiltere, “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak adlandırılıyordu. Çünkü sömürdüğü topraklar o kadar geniş bir alan idi ki, gerçekten de üzerinde güneş batmıyordu. Afrika’dan tutun, Asya’ya, Asya’nın güneyi, Hindistan’a ulaşmış, oraları sömürüyordu. Ancak zengin kaynaklara sahip olan Osmanlı topraklarını sömüremiyorlardı; çünkü Osmanlı ayakta idi ve direniyordu. Sömürgeciler, Osmanlı’yı yıkmaya, parçalamaya karar verdiler. Osmanlı’yı parçalayıp, ortaya çıkan küçük devletçikleri rahat ve kolaylıkla sömüreceklerdi. Bu sebeple azınlıkları Osmanlı’ya karşı kışkırttılar ve Osmanlı’yı parçalamaya başladılar. Önce batıda, Balkanlarda bunu başardılar. Binlerce Müslüman, Binlerce Türk Balkanlarda can verdi; yüz binlercesi canını kurtarmak için Anadolu’ya kaçtı, Anadolu’ya sığınmak zorunda kaldı; her şeylerini geride bıraktılar. Tıpkı bugün Suriyeli mülteciler gibi… Biz bunlara muhacir dedik… muhacir, zamanla macır oldu: Macır diye bir millet yoktur; muhacir vardır. Onlar özbe öz Müslüman Türk’tür… Aynı olay Kafkaslarda oldu… Ortadoğu’da oldu…
Kut-ül amare’de esir alınan İngiliz ordusu, Hindistan’daki komuta merkezinden idare ediliyordu. İngilizler, 6 Kasım 1914 günü Basra körfezine büyük bir çıkarma yaptılar. Maalesef bu bölgede yeteri kadar Osmanlı askeri yoktu ve İngilizler, çok zorlanmadan kuzeye doğru ilerlemeye başladılar. İngilizlerin önünde durabilecek kuvvette bir Osmanlı ordusu olmadığından İngiliz ilerleyişi rahattı, kolaylıkla ilerliyorlardı. Osmanlı devleti, buradan bir saldırıya uğrayacağını hesaplayamamıştı; bu sebeple bu bölgede yeteri kadar askeri kuvveti yoktu. Osmanlı Devleti, askeri gücünün büyük kısmını Kafkas ve Balkan cephelerine kaydırmıştı. İngiliz ordusunda yanlarında getirdikleri çaresiz ve çoğu Müslüman Hint askerleri de vardı. Sırasıyla Fav, Basra ve Kurna’yı ele geçiren İngilizler 3 Haziran 1915 günü, yaklaşık 6 ay sonra, Kut-ül amare’yi ele geçirdiler ve ilerlemeye devam ettiler. Osmanlı Devleti, İngiliz ordusunun ilerleyişini durdurabilmek için bölgeye bir miktar asker göndermiş ve komutan olarak da Süleyman Askeri bey’i görevlendirmişti. Süleyman askeri bey, daha evvel Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı savaşmış, çöl savaşı tecrübesi olan bir asker idi. Süleyman askeri bey, elindeki az bir kuvvetle başarılı olamamıştı; civardaki Araplardan da beklediği desteği görememişti. Başarısız olan Süleyman askeri, bunalıma girerek intihar etmiştir. Olumsuz durum üzerine Osmanlı idaresi, bölgeye yeni askeri kuvvetler göndermiş ve komutan olarak Nureddin Paşa’yı görevlendirmiştir. Bu arada Kut bölgesini ele geçiren İngilizler, Selman-ı pak civarına ulaşmışlardı. İngiliz ordusunun ilerleyişi, Selman-ı pak civarında durdurulabilmiştir. İngiliz ordusu ilerledikçe, deniz kıyısından uzaklaşıyordu; yani ikmal ve destek bölgesinden epeyce uzaklaşmışlardı. Osmanlı ordusu, gelen yeni birliklerle Selman-ı pak civarında durduğu İngiliz ordusuna taarruz ederek onları geri çekilmek zorunda bırakmıştır. Geri çekilen İngilizler, Kut-ül amare’ye sığınmak zorunda kaldılar. İngilizlere göre Kut, kendilerine yeni destek gelinceye kadar korunabilecekleri bir yerdi ve güvenli idi. Ancak öyle olmadı; İngilizler, hata yapmışlardı. Osmanlı ordusu zekice bir planlama ile Kut bölgesini kuşatma altına almış ve İngiliz ordusunun etrafını çevirmiştir. İngilizler şok olmuştu; böyle bir şeyi beklemiyorlardı. Bu arada, Osmanlı idaresi, bölgeye Halil kut Paşa idaresinde yeni bir askeri birlik daha göndermiş ve komutayı Halil Kut Paşa devralmıştır. Kuşatma altındaki İngiliz ordusu, zaman geçtikçe erzak ve mühimmat bakımından tükenmiş, kıtlık ve açlık baş göstermişti. İngiliz ordusu kuşatmayı yarmak ve kurtulmak için yarma harekatı yapmış ancak başarılı olamamıştır; tam anlamıyla kapana sıkışmışlardı. Kuşatma altındaki İngiliz ordusunu kurtarmak için Hindistan’dan gönderilen yeni İngiliz askerleri de önü kesilerek ilerlemeleri durdurulmuştur. Kuşatma altındaki İngiliz ordusunu kurtarabilme çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı. İngiliz ordusunun moralleri de tükenmekte idi. Bir yandan da salgın hastalıklar baş göstermişti; ilaç ve tıbbi malzeme sıkıntısı başlamıştı. Bu ağır şartlar altında yaklaşık 5 ay süren kuşatma sonunda İngiliz ordusu teslim olmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. 13 general, 481 subay ve 13.300 (kimi kaynaklara göre 18.000 asker) İngiliz askeri Osmanlı ordusuna teslim olmuşlardır. İngiliz ordusu, teslim olmadan evvel yaptıkları görüşmelerde kuşatmanın kaldırılması ve geri çekilmelerinin sağlanması karşılığında Osmanlı komutanlarına 1.000.000 sterlin ödemeyi teklif etmişler; ancak bu teklif, Osmanlı komutanlarınca red edilmiştir.
Kut-ül amare savaşı, Çanakkale Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin 1.Dünya Savaşı içinde kazandığı ikinci büyük zaferdir ve Kut savaşı, Osmanlı’nın kazandığı son zaferdir. Bu bölgedeki çatışmalarda İngilizler toplamda 40.000; Osmanlı ise 25.000 kayıp vermiştir. Teslim alınan İngiliz ordusunu kurtarmaya gelen bir başka İngiliz ordusu ise yaklaşık 30.000 kayıp vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır.
Bu zafer, şunu gösterir. Osmanlı, zor günlerinde bile birçok cephede canla başla, cesaretle savaşmış, düşmana karşı koymuş ve önemli başarılar elde edebilmiştir. Osmanlı, gerek Çanakkale’de gerekse Kut-ül amare’de imkansızlıklara ve yokluklara rağmen inanan ve direnenlerin kazanabileceğini göstermiştir.
Tarİhte ilk havadan, uçakla ikmal yardımı denemesi bu savaşta olmuştur. İngiliz uçakları, kuşatılan orduya yardım indirmek için uçak kullanmışlar, 26 gün boyunca havadan yardım ulaştırmayı denemişler ama bunda başarılı olamamışlardır. Uçaklardan atılan yardımların bir kısmı nehre düşmüş, sürüklenerek kaybolmuş; bir kısmı, Osmanlı ordusunun eline geçmiş; çok az bir kısmı İngilizlerin eline geçmiştir. İngilizler adım adım bir felakete gidiyorlardı. Yardım maksadıyla uçan bir İngiliz uçağı Osmanlı uçaklarınca düşürülmüştür. Osmanlı ‘da bu savaşta uçak kullanmış ve düşman mevzileri uçaklarla bombalanmıştır.
Kut savaşı, İngiliz tarihçilerine göre “Britanya tarihinin en aşağılık teslimidir.” Adeta İngilizlerin havasının söndürüldüğü bir zaferdir. Avustralyalı Tarihçi Dr. Gaston Bodart, Kut zaferini, “İngiliz onurunun I. Dünya Savaşında yediği en sert, en büyük darbe” olarak nitelendirmiştir. Kut-ül amare zaferi, İngiliz tarihinin en büyük askeri yenilgisi olarak bilinir. İngilizler, Çanakkele’den sonra Irak bölgesinde Osmanlılara ikinci kez yenilmişlerdir. Tek seferde en fazla düşman askerinin esir alındığı tek savaş Kut-ül amare savaşıdır. Bu savaş, İngilizler için çok büyük bir kayıptır. Yenilmez, yenilemez denen İngiliz ordusu, hasta adam denilen Osmanlı ordusunca Çanakkale’den sonra ikinci kez yenilgiye uğratılmıştır. İngilizlerin ard arda iki yenilgi almaları, İngiliz sömürgelerindeki yerli halkların uyanmasına vesile olmuştur. İngiliz sömürgelerindeki yerli halklar, bir umutla İngilizlere karşı direnişe geçmiş, bağımsızlık mücadelesi vermeye başlamışlardır.
Kut-ül amare zaferi 1952 yılına kadar Kut bayramı olarak kutlanmıştır. Ancak Türkiye’nin NATO’ya üye olması sürecinde İngiltere’nin isteği üzerine bu kutlamalara son verilmiştir ve bu zafer ders kitaplarından da çıkarılmıştır. Muhteşem bir zafer unutturulmaya çalışılmıştır. Türkiye, NATO’daki dost, ve müttefik ülke olan İngiltere’yi gücendirmemek için kutlamalara son vermiş ve bu zaferi ders kitaplarından da çıkarmıştır. İşin arka planında, İngiltere’nin yenilebileceği fikrinin gizlenmesi olduğu iddiası vardır; dönemin süper gücü olan İngiltere’nin bir anlamda onuruna sürülen kara leke, böylelikle ört bas edilmiştir.
Büyük zaferleri hatırlamak ve anmak, milletlere güç verir, moral kazandırır; yeni büyük işler yapma cesareti kazandırır. Millet olarak, morale, cesarete ihtiyacımız vardır. Türkiye, İslam dünyasının ağabeyi konumundadır. Türkiye güçlenirse, İslam dünyası üzerindeki Avrupa etkisi ortadan kalkacaktır.
Kut-ül amare zaferinin 101. Yılındayız; bu vesile ile başta bu zaferi kazanmamıza katkısı olan aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi; peşi sıra tüm şehit ve gazilerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz; ruhları şad olsun.
Feridun ESER
Geyve İmam Hatip lisesi