KURULUŞUNDAN BUGÜNE NATO
Yine Araştırmacı Yazar Mehmet DERİ bir başka makalesi ile karşımızda.Kategoriler kısmında diğer makalelerini takip etminizi öneririm.Kendisene teşekkür ederiz
KURULUŞUNDAN BUGÜNE NATO
Mehmet DERİ*
Giriş
NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) siyasi ve askeri alanlarda işbirliği yaparak ortak güvenliklerini sağlama amacı güden, günümüz itibariyle 26 ülkeden oluşan bir ittifaktır. İttifakın temel amacı üye devletler için müşterek savunma temin etmektir. Buna karşın, Soğuk Savaşın sona erdiği tarihten bu yana, NATO yapısını ve politikalarını hem Avrupa’nın genel güvenliğini artırmaya yardımcı olacak hem de Müttefikler ile komşu ülkeler arasındaki siyasi diyaloglar için istikrarlı ve barış dolu bir çerçeve temin edecek şekilde uyarlamıştır. Genel güvenlik ortamında uzun zamandır sağlamaya çalıştığı bu iyileştirmelere yanıt olarak, İttifak aynı zamanda ek sorumluluklar da yüklenmiştir; Avrupa güvenliği için tehdit oluşturan bölgesel ve etnik çatışmalarla mücadele görevi de buna dâhildir. Bugün İttifak, Rusya, Ukrayna ve NATO dışındaki diğer ülkelerle işbirliğini sağlamak ve üye devletlerle bu devletlerin halkının güvenliğine ya da çıkarlarına zarar verebilecek ya da zarar veren güvenlik sorunlarıyla aktif bir şekilde mücadele etmek için tasarlanan daha çeşitli ve de kapsamlı etkinliklerle uğraşmaktadır.
1- NATO’nun Tarihçesi
İkinci Dünya savaşı Batılı ülkelerle Sovyetler Birliğinin faşizme karşı demokratik cephe içinde birlikte savaştıkları bir dönemdi. Ortak düşmana karşı verilen bu topyekûn ölüm kalım savaşında dahi, Batılılarla Sovyetler Birliği arasında var olan uzlaşmazlıklar savaş sonunda, kurulacak olan yenidünyanın biçimlenme sürecinde, giderek, tam bir karşıtlık ve çatışmaya dönüştü. Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), işte Doğu-Batı savaşımının Soğuk Savaş döneminin başlangıç yıllarında, Batı’da oluşturulan askeri bir bağlaşma sonucu kurulmuştur. Nitekim S.S.C.B’nin 1947 Haziranında Paris Konferansı sırasında takındığı tavır, gitgide güçlenen Sovyet Bloku karşısında Batı’nın ortak bir güç halinde birleşmesi gereğini kesin bir zorunluluk halinde ortaya çıkardı. Belçika 1945’te bir Batı Federasyonu kurma fikrini ortaya atmıştı. Benelüks bu konfederasyonun ilk adımı oldu. 1948 Mart’ında İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında imzalanan Brüksel Antlaşması, bir savunma birliğinin yanı sıra, iktisadi ve kültürel işbirliğini öngörüyor, bölgesel bir nitelik taşımaktan da öte bir camia kuruyor, Sovyet İdeolojisi karşısında Atlantik Medeniyeti kavramını ortaya koyuyordu.
Brüksel Antlaşması’nın birleştirdiği ülkelerin gücü, Sovyet Bloku ile dengeyi sağlamak için yeterli değildi. 1948 yılı aralık ayında Washington’da, Brüksel Antlaşması ülkeleri ile Kanada ve ABD arasında görüşmeler başladı. Şubat 1949’da Norveç ve Moskova’nın bütün baskısına rağmen diğer İskandinav ülkeleri görüşmelere katıldı. İzlanda, İtalya ve Portekiz de davet edildi. Kuzey Atlantik Paktı North Atlantik Treaty Organisation (NATO) adını alan yeni antlaşma 4 Nisan 1949 tarihinde ABD’nin başkenti Washington’da, Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İngiltere ve ABD tarafından imzalandı. Savaşta tarafsız kalmış olan İsveç, İrlanda ve İsviçre antlaşmaya katılmadılar. Totaliter rejimi nedeniyle İspanya, işgal altındaki Almanya ve Avusturya davet edilmedi. Daha sonra,1951 yılında Türkiye ve Yunanistan da örgüte katılmaya davet edilecekler ve 18 Şubat 1952’de NATO’ya resmen üye olacaklardır. 9 Mayıs 1955’te Federal Almanya, 1982 yılında İspanya NATO’ya katıldılar. 12 Mart 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya NATO’ya katılacaklar ve üye devlet sayısı 19’a ulaşacaktır. 29 Mart 2004’de NATO tarihinin en kapsamlı genişlemesi gerçekleştirilerek 7 yeni üyenin Estonya, Letonya, Litvanya, Slovakya, Slovenya, Bulgaristan ve Romanya katılımı gerçekleştirilmiştir. Bugün itibariye NATO’nun üye sayısı 26’dır.
İkinci Dünya Savaşı fiilen 8 Mayıs 1945’i 9 Mayıs’a bağlayan gece yarısı Alman Yüksek Komutanlığı adına Friedeburg Keitel Stunpff’un Berlin’de Nazi Almanyası’nın teslim belgesini imzalamasıyla sona erdi. Almanya dâhil tüm Avrupa, böylece esas olarak iki güç; Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından faşizmden kurtarılmış oldu. 5 Haziran 1945 tarihinde yayımlan bir bildiri ile de Almanya’nın bağlaşıklarca ortak yönetimi başlatıldı. Orta Avrupa’da Alman toprakları üzerinde Sovyet ve Amerikan askerleri bulunurken Avrupa’nın batısında Amerikan doğusunda da Sovyet askerleri yer almaktaydı. Bu arada Sovyet ve Amerikan askerleri Avrupa’nın her iki yakasında karşıt ekonomik, toplumsal ve siyasal iki ayrı örgütlenme biçiminin ve çıkarlarının silahlı temsilcileri idi. Avrupa ülkelerinde ise bu dönem, savaşın getirdiği yıkıntıları tamir etme, faşizmin ortadan kaldırdığı demokratik düzeni yeniden sağlama ve genel çöküntüden kurtulma dönemiydi.
Mayıs’ta Hitler Almanyası’nın, eylülde de Japonya’nın kayıtsız şartsız teslim olmaları sonucu ortaya çıkan ve kısaca değindiğimiz bu yeni dünya ve Avrupa kuvvet dengelerinin belirleyici özellik ve unsurları şöyle tanımlanıp sıralanabilir: Almanya ve Japonya uğradıkları kesin askeri yenilgiler sonucu, anılan iki büyük gücün Sovyetler Birliği’nin batısında ve doğusunda oluşturageldikleri denge mihrakları çökmüş ve yerlerini büyük birer kuvvet boşluğuna terk etmişlerdi. Avrupa’daki başlıca galipler, yani İngiltere ve Fransa savaştan son derece yorgun ve zayıf düşmüş bir durumda çıkmışlardı. Her ikisinin de imparatorlukları, birçok halde komünistlerin de aktif bir biçimde katkıda bulundukları, sömürgeciliğin tasfiyesine yönelik, milli kurtuluş hareketlerinin baskısı altındaydı.
İnsan zayiatına ilişkin rakamların incelenmesinde de görülebildiği üzere, Avrupa’daki savaşın kaderi Doğu cephesi ve Balkanlarda belirlenmiş; savaştan en ziyade maddi tahribata ve insan kayıplarına uğrayarak çıkma pahasına, Polonya, Macaristan, kısmen Avusturya, Çekoslovakya, Romanya ve Bulgaristan mihver güçlerinde ya da mihvere bağımlı rejimlerden Sovyetler tarafından arındırılmıştı. Eski Almanya’nın doğu kesimi Sovyet işgali altına düşmüştü. Yugoslavya’da 1948’e değin, Sovyetlerle iyi ilişkiler içinde kalan bir komünist rejim kurulmuştu. Yunanistan akıbeti belirsiz bir iç savaşa yuvarlanmıştı. Dolayısıyla, Orta Avrupa ve Balkanlarda askeri altyapıya dayalı kesin bir Sovyet üstünlüğü belirlemiş bulunuyordu. Almanya’nın teslim olmasını izleyen kısa dönemde, Batılı büyük güçler, bir yandan savaş sırasında bu yolda vermiş bulundukları sözleri tutmak gereği, diğer yandan da bu yönde mevcut kamuoyu talep ve baskılarını tatmin zorunluluğu karşısında, silahlı kuvvetlerinden büyük çapta terhis ve indirimler yapmışlar; seferberliklerini sona erdirmişlerdi. ABD ve İngiltere’nin kıta Avrupası’ndaki birliklerinin önemli bir bölümü geri çekilmişti. Berlin düşerken Avrupa’da bulunan 5 milyona yakın Amerikan, İngiliz ve Kanada askerinden 1946’da Avrupa’da bırakılanların yekünü 880 bini aşmamaktaydı.
2- Türkiye’nin NATO’ya Girişi
Sovyetler ile Batılı müttefikler, bir Polonya geçici hükümetinin toplama tarzı üzerinde antlaşmaya varamamış olduklarından bu ülke 1945 San Francisco Konferansında temsil olunamamıştı. Londra’daki Dışişleri Bakanları Konferansı’nda (Eylül 1945), Molotov, Romanya ve Bulgaristan’daki durum hakkında tarafsız bir soruşturma yapılmasına dair, İngiliz önerilerinin başvurusunu dahi engellemişti. Batılıların belirli ödünler vermeye yanaşmalarından sonradır ki, Kasım 1945’te Sovyetler, İtalya, Finlandiya ve balkanlardaki eski Mihver birlikleri ile yapılacak antlaşmalarının birleşme ve arkasında izlenecek yola ilişkin kabul ettiklerini açıklamışlardır. 1947 Martı’nda Moskova’da toplanan Dışişleri Bakanları, Almanya ve Avusturya ile imzalanacak barış antlaşmaları konusunu görüşmüşler; ancak Almanya’nın müstakbel statüsü üzerinde uzlaşabilmeyi başaramamışlardır. Londra’daki Kasım 1947’de yapılan Dışişleri Bakanları Konferansı’ndaysa, tarafların bir uzlaşmaya varamayacakları kesinlikle anlaşılmıştır. Bu Konferansın kısa bir süre ardından Sovyet temsilcilerinin Berlin’deki Müttefik Kontrol Komisyon çalışmalarına iştirak etmemeye başladıkları görülmüştür. Mayıs 1949’da Paris’te bir toplantı daha yapan Dışişleri Bakanları yine bir netice alamamışlardır.
Başta İsmet Paşa olmak üzere Türk dış politikasını yönetenler, savaşın ortasından itibaren, Mihver Devletlerinin savaşı kaybedeceğini ve özellikle Almanya’nın yenilgisinin, Avrupa dengesinde büyük boşluk doğuracağını hesap ettiler. Bu boşluktan da 1939’dan itibaren Türkiye üzerindeki emperyalist emellerini açığa vuran Sovyetler Birliği faydalanacaktı. Yenilmiş olan Fransa ile savaştan bitkin bir halde çıkan İngiltere bu dengeyi kuramazlardı. Bu durum karşısında Türkiye, kendisine yönelen Sovyet tehdit ve tehlikesine karşı bu ülkeden daha güçlü olarak algıladığı Amerika’ya dayanma yoluna gitti.
Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarına karşı, ABD’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı’nı uygulamaya başlaması üzerine faaliyetlerini artıran Sovyetler Birliği, 5 Ekim 1947’de diğer peyk ülkelerle birlikte Kominform’u kurdu. Böylece Doğu Bloku’nun resmen ortaya çıkmasıyla dünya açıkça iki bloğa ayrılmıştır. Buna karşılık Avrupa ülkelerinin güvenliğini sağlayacak herhangi bir ittifak ve teşkilat mevcut değildi. Yukarıda ifade edilen gelişmeler üzerine Avrupa’da birleşme yönünde ilk adım İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Dunkerk Antlaşması oldu.
Bu sıralarda ortaya çıkan Prag darbesi Avrupalıları telaşlandırdı. Bu gelişme Dunkerk Antlaşmasını genişletilerek 17 Mart 1948’de Brüksel Paktı’nı imzalamalarına yol açtı. Ancak Batı Avrupa ülkelerinin savunma amaçlı kurdukları bu pakt ABD’nin ittifaka dâhil olmaması sebebiyle Sovyetlere karşı bir denge unsuru olmaktan uzaktı. Bundan dolayı Batı Avrupa ülkeleri, ABD’yi ittifaka dâhil etmek amacıyla faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Nihayet yapılan girişimler sonucu 11 Haziran 1948’de ABD Kongresi’nde kabul edilen Vanderberg Kararı ile ABD, 1823’ten itibaren uygulamakta olduğu Monroe Doktrini’ni terk ederek dış politikasında esaslı bir değişiklik yaptı. ABD’nin dış politikasında meydana gelen bir değişiklikten sonra Brüksel Paktı sonucu kurulan Batı Avrupa Birliği’ne ABD ve Kanada da dâhil oldu. Böylece 12 ülke arasında kısa adı NATO (North Atlantic Treaty Organization) olan Kuzey Atlantik İttifakı 4 Nisan 1949’da kurulmuş oldu.
Türk ordusu İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren seferber halde tutulmaktaydı, bu durum ise devlete ciddi bir mali yük getirmekteydi. Atlantik Paktı’na katılarak bu yükün hafifleyeceği düşünülmekteydi. Böylece bir saldırı karşısında yalnız kalınmayacak NATO üyesi ülkelerin de yardımı sağlanabilecekti. Üstelik özgür dünyanın bir mensubu olarak demokratik değerlerin de korunmasında onurlu bir görev üstlenilecekti. Özellikle Demokrat Parti bütün varlığıyla bu hedefe yönelecek ve bunu bir prestij sorunu haline getirecekti. Bu konuyu Demokrat Parti Milletvekili Rıfkı Salim Burçak: “… Bütün dünya milletleri arasında toplu emniyet sistemine en fazla ihtiyacı olan devlet Türkiye’dir. Türkiye yıllarca türlü baskı ve tehditler altında bulundurulmuş sinir harbinin çeşitli şekilleri yurdumuz üzerinde devamlı bir surette tecrübe edilmiştir… Türkiye’nin silah kadar, belki de silahtan daha fazla toplu emniyet sistemine ihtiyacı vardı. Türkiye kendisinin de Batı âleminin ihmal edilemeyen bir uzvu olarak görülmesini medeniyet dünyasından haklı olarak istiyor ve bekliyordu” şeklinde vurgulayacaktı. Demokrat Parti tarafından bu pakt, Amerika’nın demokratik ülkelerin askerî ve ekonomik kalkınmasını gerçekleştirmeye yönelik olarak üstlendiği ulvi bir hizmet olarak algılanmaktaydı.
Türkiye NATO’nun kuruluşuyla birlikte çabalarını yoğunlaştırdı. Kuzey komşusundan gelecek olası saldırılara karşı daha kuvvetli bir şekilde direnç gösterebilmek, güvenlik politikasını güçlendirmek ve -dışa vurulamayan bir istem olan- daha fazla ekonomik yardım alabilmek amacıyla, bu kuruluşa girmek istiyordu. Şubat 1949’da Türkiye Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, Londra’da Türkiye’nin oluşturulacak pakta alınması yolunda İngiltere Dışişleri Bakanı Bevin ile o zaman için herhangi bir sonuç vermeyen bir ön görüşme yaptı. Yine Türk Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, Kuzey Atlantik Paktının imzasından yaklaşık on gün sonra, Washington’a gitti. Burada yaptığı basın toplantısında Türkiye’nin Atlantik Paktına dayanan bir müdafaa sistemine dâhil olmak istediğini açıkladı.
Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti gibi prestij sorunu yapmasa da partinin o güne kadar uyguladığı prensipler çerçevesinde Batı ittifakı içinde yer almayı istemekteydi. Türkiye’nin Pakt dışında bırakılması da bu çevrelerde ve kamuoyunda sıkıntı yaratmaktaydı. Gerçi 5 Mayıs 1949’da kurulan Avrupa Konseyine, 8 Ağustos 1949’da Yunanistan ve İzlanda’nın yanında Türkiye’nin de davet edilmesi, NATO dışında kalmasının sıkıntısını biraz hafifletti ama ortadan kaldırmadı. Nitekim Türkiye’nin NATO’ya davet edildiği zaman CHP Meclis Grubu adına konuşan Faik Ahmet Barutçu, “… İdealimize uygun olan bu neticeyi Cumhuriyet Halk Partisi memleketin siyasi emniyetini müşterek ahde bağlayan bir vesika olarak kıymetli saymaktadır…” diyecekti. Türkiye bu ittifaka katılmak için ilk müracaatını Halk Parti iktidarı döneminde Mayıs 1950’de yaptı.
Bu müracaatı tek destekleyen devlet İtalya oldu. Türkiye’nin NATO’ya katılmasına, İngiltere ve Norveç, Danimarka, Hollanda ve Belçika gibi küçük devletler karşı çıkmaktaydı. İkinci grubun itirazı Türkiye’nin NATO’ya katılışının bir Sovyetler Birliği saldırısına neden olabileceği savına dayanmaktaydı. Ayrıca NATO’dan aldıkları askeri yardımın azalacağı endişesini de taşıyorlardı. Bunlarla beraber söz konusu ülkelerin bu tutumunda İngiltere’nin de etkin olduğu bilinmekteydi. İngiltere, 1947’de Doğu Akdeniz’in güvenliğini Amerika’ya devrettikten sonra Ortadoğu’da sömürgecilik faaliyetine yeniden hız vermişti. Bu bölgede Süveyş’teki menfaatlerini koruyacak bir savunma sistemi kurma peşindeydi. Türkiye’yi de NATO’da değil de bu savunma sistemi içinde görmek istiyordu. Oysa Türkiye için esas olan Amerika’nın ittifakıydı. Bunda da ısrarlıydı. Ancak bunu gerçekleştirmek için İngiltere’nin karşıt tutumunun ortadan kalkması gerekmekteydi. Özellikle 1950’de iktidara gelen Demokrat Partinin Türkiye’nin NATO’ya girişini bir prestij sorunu yaptığına değinilmişti. Aynı yıl Demokratların bu politikalarını gerçekleştirme yoluna girmesini sağlayacak gelişmeler oldu.
25 Haziran 1950’de Kuzey Kore kuvvetlerinin, 38’inci paraleli aşarak Güney Kore’nin silahları noksan birliklerine karşı ani olarak hücuma geçmeleriyle Kore Savaşı başladı. Komünist kuvvetler Seul’a doğru süratle ilerlemekteydi. 26 Haziranda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Amerika’nın isteği üzerine toplandı ve ateşkes emri verdi. Sekizinci Amerikan filosu Formaza’yı korumakla görevlendirildi. Aynı zamanda ABD Başkanı Truman Çin Hindi’ne ve Filipinlere yapılan Amerikan yardımının artacağını açıkladı. Diğer yandan Türkiye, Kore Savaşı için Birleşmiş Milletlerin üyelerine yaptığı asker gönderme çağrısına Amerika’dan sonra ilk cevap veren devlet oldu ve Kore’de savaşmak üzere Birleşmiş Milletler emrine bir tugayını gönderdi. Bu konuda Amerikan Büyük elçisi McGhee, “… O sıralarda Türkiye, henüz Batılı güçlerden kendi savunmasıyla ilgili herhangi bir taahhüt alabilmiş değildi, ama kendisi Batıya adanmışlığını kesin biçimde gösterdi. Menderes hükümeti, muhalefet partisine hiç danışmadan, Yalova’da yapılan bir kabine toplantısında Kore’ye, ABD kuvvetleriyle birlikte savaşmak üzere 4500 kişi göndermeyi kararlaştırdı” demektedir.
Muhalefet partileri Kore’ye asker gönderilmesini, Türkiye’nin buna mecbur olmadığını ileri sürerek istemiyorlardı. Bu durum, iktidar partisi tarafından eleştirilmekteydi. Diğer taraftan bu savaşta Türk askerinin gösterdiği üstün başarı, Türkiye’nin NATO’ya katılışının yük değil kazanç olacağını ortaya koydu. Bu konuda İngiliz General Robertson, “… Kore’den tanıdığım subaylardan birçok mektuplar aldım. Hepsi samimi olarak Türk askerlerinden derin bir hayranlıkla bahsetmektedirler… Bir harp olursa Türkiye ve İngiltere’nin beraber olmaları ve ihtimale karşı hazırlıklı bulunmaları emniyet ve gurur verici bir keyfiyettir” diyordu. Kore’de Türk askerinin gösterdiği üstün başarı, Batı kamuoyunda Türklere karşı bir sempati yarattı ve NATO’ya girişte etkin bir rol oynadı.
Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda ABD’nin tavrı değişmeye başladı. Çünkü Kore Savaşı, İkinci Dünya Savaşından sonra artık çıkması beklenmeyen bölgesel savaşların hiç de ihtimal dışı olmadığını gösterecek ve NATO ülkelerini, özellikle de ABD’ni Sovyetler karşısında daha etkili tedbirler almaya yöneltecektir. Sonuçta Sovyetler Birliği’ne karşı set çekme ve çıkabilecek muhtemel bir savaşta askeri üslere ihtiyaç duyulması sebebiyle ABD, Türkiye’nin NATO’ya alınmasını gerekli görecektir. Bu gelişmelerden sonra NATO Bakanlar Konseyi 15-20 Eylül 1951 tarihinde Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üye olarak alınmasına oybirliği ile karar verdi. T.B.M.M.’de 18 Şubat 1952’de Kuzey Atlantik Antlaşmasını tasdik etmiş, böylece Türkiye NATO’ya resmen üye oldu.
Türkiye’nin NATO’ya alınmasında, Kore’deki askeri başarısı, uluslararası sorunlarda Batılılarla birlikte hareket etmesi ve modern olmamakla beraber güçlü bir kara ordusuna sahip olmasının yanı sıra, Batı savunması için gerekli olan jeopolitik yerinin önemi, birinci derecede etkili olmuştur denilebilir. Bu gelişme aynı zamanda İkinci Dünya Savaşından sonra başlayan Batı Bloku’na bağlanma çabalarının bir sonucudur. Genel olarak savaştan sonra Türkiye’nin Batılılara yaklaşma politikası bir yandan ülkenin ekonomik kalkınması ve silahlı kuvvetlerinin modernizasyonu için gerekli kaynakların dış yardım yoluyla Batıdan kolay sağlanabileceğine inanılırken, diğer yandan Atatürk tarafından başlatılan çağdaşlaşma hareketleri sonucu Türkiye’nin Batılı bir ülke-devlet olma yolunda yaptığı tercihin doğal sonucu olarak görmek gerekir. Zaten Türkiye Batı yanlısı politikaya uygun olarak iç politikada büyük bir değişiklik yaparak çok partili sisteme geçmiş, ekonomik alanda liberal politikalar uygulamaya başlamıştır. Yukarıda belirtildiği gibi daha yakın ve somut bir sebep ise Sovyet tehditleri olmuştur. Gerçi Türkiye Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde dayanmaması sebebiyle güvenlik endişeleri tamamen giderilmiş değildi. Böylece Türk dış politikasında, Sovyet tehdidine karşı batı savunma sistemi içinde güvenliğini sağlama politikası, NATO’ya girmesiyle amacına ulaşmış, ABD’nin Türkiye’ye yaptığı ekonomik ve askeri yardımlara düzenli bir işlerlik kazandırılmıştır. Esasında Türk devlet adamları uzun yıllar Atlantik ittifakını sadece bir savunma ittifakı olmaktan öte, bir dünya görüşü ve milli bir dış politika unsuru olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın sonucu uluslararası problemlerde Batı ülkeleriyle özellikle de ABD ile birlikte hareket etmeye başlamışlardır.
3- NATO’nun Genişlemesi
Avrupa’nın Soğuk Savaş döneminde bölünmesinin altında yatan problemlerin çoğu, Doğu ve Batı arasındaki ideolojik, siyasi ve askeri karşıtlıkla şiddetlenmişti. Soğuk Savaşı sona erdiren köklü değişikliklerden bu yana, NATO eski muhaliflerle olduğu kadar diğer Avrupa devletleriyle ve Akdeniz bölgesindeki komşu ülkelerle de işbirliği, diyalog ve güvenin tesisi için ortam sağlama yoluyla güvenliği ve istikrarı güçlendirmek yönünde bir dizi yeni girişim başlatmıştır. Bu yöndeki ilk adım 1991 yılında Kuzey Atlantik işbirliği Konseyinin kurulması olmuştur. Adı Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi olarak değiştirildiğinden bu yana, bu konsey NATO ile Avrupa-Atlantik bölgesindeki üye olmayan ülkeler arasında temel danışma ve işbirliği ortamı görevi görmektedir.
1994 yılında NATO, Barış için Ortaklık adıyla yeni bir girişim başlatmıştır. Bu programın tasarlanma amacı, katılan ülkelerin demokratik bir toplumdaki uygun görevlerini yerine getirmelerini ve NATO’nun yönettiği barışı koruma operasyonlarına katılmalarını sağlamak için silahlı güçlerini yeniden yapılandırmalarına yardımcı olmaktır. Her ülkenin kendi gereksinimlerine uyacak şekilde ayarlanan bu girişim, birçok farklı alanda pratik işbirliği fırsatı sunarak katılımcıların bu programdan, güvenlikleri için gerektiği ölçüde, yaralanmalarına izin vermektedir. Bu faaliyetler arasında askeri tatbikat ve çalışmaların yanı sıra seminerler ve eğitim kursları yer almaktadır. Burada asıl önem, askeri güçlerin şeffaf ve seçmenlere karşı sorumlu hale getirilmesine verilmektedir. Barış İçin Ortaklık ile kazanılan deneyim, Bosna-Hersek’ teki İstikrar Gücü (SFOR) ile Kosova Gücü (KFOR) gibi barışı koruma güçlerine katılan ülkeler arasındaki işbirliğine önemli ölçüde katkı sağlamıştır.
1995 yılında NATO Akdeniz bölgesindeki altı ülke ile -Mısır, İsrail, Ürdün, Moritanya, Fas ve Tunus- Akdeniz Diyalogu adı altında bir işbirliği mekanizması tesis etmiştir. 2000 yılında Cezayir’in de katıldığı bu programın amacı, Akdeniz bölgesinde iyi ilişkiler yaratmak ve karşılıklı anlayışı geliştirmenin yanı sıra bölgesel güvenliği ve istikrarı artırmaktır. Bu çerçevede, Diyalog ülkelerinden katılımcılar Almanya’nın Oberammergau Şehrindeki NATO Okulu ile İtalya’nın başkenti Roma’daki NATO Savunma Kolejinde düzenlenen kurslara davet edilmektedir.
1997 yılında NATO-Rusya ile NATO-Ukrayna ilişkileri daha resmi bir temele oturtulmuştur. NATO-Rusya Daimi Ortak Konseyi ve NATO-Ukrayna Komisyonu güvenlik sorunlarını dile düzenli bir şekilde danışma ve tartışmayı kolaylaştırmak amacıyla kuruldu. Bu toplantılarda tartışılan konular arasında Balkanlar’da barışın korunması, kriz yönetimi, kitle imha silahlarının sınırlandırılması, savunma değişimi, çevre koruma ve sivil acil durum planlaması gibi değişik konular ele alınmaktadır.
12 Mart 1999 yılında yapılan Washington Zirvesinde Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya NATO’ya üye oldular. NATO hükümetleri ittifakın genişlemesinin kendi başına bir amaç taşımadığını ve NATO’nun güvenliğini daha geniş sınırlara yaymak ve Avrupa’yı bir bütün olarak daha istikrarlı hale getirmek için bir araç olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Genişleme süreci çatışmaların önünü kesmeye yardımcı olmaktadır. Çünkü beklenen üyelik istekli devletlerin komşularıyla olan anlaşmazlılarını çözmelerini ve reformlara ve demokratikleşme çalışmalarına kararlı bir şekilde devam etmelerini teşvik etmektedir. Dahası, yeni üyelerin sadece üyeliğin faydalarından yararlanmanın yanında bütün üye ülkelerin güvenliğine de katkıda bulunabilmeleri gerekmektedir.
1999 yılında NATO, adaylığa kabul edilen Ortak ülkelerin üyeliğe hazırlanmalarına yardımcı olmak için Üyelik Eylem Planını (ÜEP) uygulamaya koydu. Bu planın kaynağı en yeni üç üyenin ittifaka katılma hazırlıklarında edinilen tecrübelere dayanmaktaydı. ÜEP’ de, aday üyelere kendi özel Barış için Ortaklık programları aracılığıyla pratik tavsiye ve yardım sunulmakta ve üyelikle ilgili konular üzerinde odaklanılmaktadır. Bunun karşılığında, aday üyelerden beklenen sınır anlaşmazlıklarının barışçıl yollardan çözümü, demokratik prosedürlere ve kanunlara saygı ile silahlı güçlerinin demokratik kontrolü dâhil olmak üzere belli siyasi hedefleri yerine getirmeleridir. Plan gelecekte üyeliğe dair hiçbir teminat vermemekte; ama ülkelerin silahlı kuvvetlerini adapte etmelerine ve ittifak üyeliğinin getireceği yükümlülük ve sorumluluklar için hazırlanmalarına yardımcı olmaktadır.
Geçtiğimiz yıllarda, eski Yugoslavya’nın dağılmasının ardından, İttifak enerjisinin çoğunu Balkanlar’a kaydırmıştır. 1992 yılından itibaren, savaş Bosna Hersek’i sardığında, NATO ülkeleri Birleşmiş Milletler’ in savaş durdurma çabalarına destek olmak için ittifak kaynaklarını harekete geçirmiş ve nihayet askeri eylem kararı almışlardır. Bugün NATO, Balkanlar’da belli başlı iki barışı koruma operasyonunu yönetmektedir: Bosna Hersek’ teki istikrar gücü ya da kısa adıyla SFOR ve güney Sırp eyaleti Kosova’daki Kosova Gücü ya da kısa adıyla KFOR. Bu bölgelerde, bütün yurttaşların, etnik kökenleri ne olursa olsun, barış içerisinde yaşayabilecekleri ve uluslararası yardım sayesinde demokrasinin gelişmeye başlayabileceği güvenli bir ortam temin etmek amacıyla 60 binin üzerinde asker konuşlandırılmıştır.
4-NATO’nun Çalışma Şekli
İttifakın devamlılığının anahtarlarından biri, karar verme işleminin uzlaşmaya dayalı olmasıdır. Bu, bütün kararların oybirliğiyle alınması gerektiği anlamına gelir. Sonuç olarak, önemli bir karar alınmadan önce genellikle uzun danışma ve tartışmalar gerekir. Bu sistem dışarıdan bakıldığında yavaş ve hantal gibi görünse de, iki büyük avantaja sahiptir. Öncelikle, her üye ülkenin egemenliğine ve bağımsızlığına saygı duyulur. İkinci olarak da, uzlaşmayla alınan bir karar, tüm üyelerin desteğini ve uygulamaya aktarılması taahhüdünü haiz olur.
İttifakın en önemli karar alma organı olan Kuzey Atlantik Konseyi’nde, üye ülkelerin, diplomatları ve savunma danışmanlarından oluşan ulusal delegasyonlara başkanlık eden büyükelçi düzeyindeki Daimi Temsilcileri kanalıyla temsil edilir. Büyükelçiler düzeyindeki Konsey haftada bir kere gerekirse daha sık olmak üzere toplanmaktadır. Konsey ayrıca belli aralıklarla dışişleri ve savunma bakanları ile devlet ve hükümet başkanları düzeyinde toplanmaktadır.
NATO’nun başına yaklaşık dört yıllık bir görev süresi için atanan bir General Sekreter yer alır. Genel Sekreter üye ülkelerin uluslararası planda saygınlık kazanmış üst düzeyli devlet adamları arasından seçilir. Genel Sekreter Kuzey Atlantik Konseyi ve diğer önemli NATO organlarının toplantılarına başkanlık eder ve müttefikler arasında uzlaşma sağlanmasına yardımcı olur. İttifakın günlük faaliyetlerini idare etmek için kendisine, yaklaşık 1700 kişiden oluşan uluslararası görevlilerden müteşekkil bir kadro yardımcı olur.
NATO’nun, üye ülkelerinin ulusal silahlı kuvvetlerin dışında bağımsız silahlı gücü bulunmamaktadır. NATO’nun askeri yetenekleri, müşterek savunmadan barışı koruma ve destekleme operasyonlarına kadar geniş bir kapsamdaki görevleri yerine getirmek üzere müttefikler tarafından ittifakın kullanımına tahsis edilen ulusal silahlı güçlerden müteşekkildir. NATO’nun siyasi ve askeri yapılarının görevi, ulusal silahlı güçlerin bu görevleri yerine getirmeleri ve hepsinin ortak komuta, denetim, eğitim ve tatbikatı için gerekli organizasyonların önceden planlanmasını sağlamaktır.
5- NATO’nun Diğer Faaliyetleri
NATO, insani yardım faaliyetlerinin eşgüdüm konusunda da aktif rol üstlenmektedir. İttifak 1999 yılında açtığı Avrupa-Atlantik Afet Yardımı Koordinasyon Merkezi sayesinde doğal ve yapay afetlerde acil durum ve yardım operasyonlarını koordine edebilmektedir. NATO örneğin, 1999’da Kosova’daki savaştan kaçan mültecilere yapılan yardımlarda koordinasyon sağlamış, 1999’da Ukrayna’da, 2000’de de Macaristan ve Romanya’da meydana gelen sel felaketlerinde zarar görenlere yardım sağlanması çalışmalarında yoğun bir biçimde görev almıştır.
NATO aynı zamanda kapsamlı bir Bilim Programına da sahiptir. 1958 yılından bu yana var olan ve savunma bağlantılı olmayan bu program yaklaşık 10 bin bilim adamını kapsamakta ve her yıl araştırma yapılması için yaklaşık 25 milyon dolarlık bağış yapılmaktadır. 1999’dan bu yana, NATO üye ülkeleri ile Ortak ülkelerden bilim adamlarının bir araya gelerek hazırladıkları ortak projelere finans sağladığı bu program kapsamında, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerde bilgisayar ağını iyileştirmek ve internet erişimi yaygınlaştırmak için tasarlanan programların yanı sıra başka birçok proje de yer almaktadır.
6- NATO İçi Sorunlar ve Uyuşmazlıklar
NATO’nun Avrupalı üyeleri daha çok sınırlı çıkarlara sahip devletler olsa da, Örgüt’ün lideri olan ABD, tam anlamıyla bir dünya devletidir ve NATO bu ülkenin taraf olduğu en önemli antlaşmanın bir kurumudur. Ayrıca NATO’nun açıklanmış en büyük hasmı olan Sovyetler Birliği genel evrensel bir güçtür. Dolayısıyla NATO, özel olarak ABD ile Sovyetler Birliği genel olarak da Doğu-Batı çatışma ve dengesinde çok önemli bir yere sahip, evrensel alandaki çıkar ve çatışmaların odak noktasında bulunan bir örgüttür. NATO ayrıca çeşitli egemen ve farklı çıkarlara sahip devletlerce kurulmuş karmaşık siyasal-ideolojik yapıda bir örgüttür.
NATO ister Doğu Bloku’na ve esas olarak Sovyetler Birliğine kurulmuş bir savunma örgütü, ister sosyalist sisteme karşı kapitalizmin örgütlenmelerinden biri, ister Amerikan emperyalizmine karşı devrimci bir saldırı aracı veya bünyesinde tam bu görüşlere de haklılık kazandıracak unsurlar bulunduran bir bağlaşma olarak görülsün, NATO’nun temel niteliği, Batılı karakteri ve türdeş olamayan siyasi yapısıdır. Dolayısıyla, NATO yalnızca dış düşmanla çatışan askeri bir örgüt değil, aynı zamanda siyasal yapısıyla kendi içinde de çatışma ve çelişki öğeleri barındıran ideolojik bir kurumdur. Bu çıkar ayrılıklarının başında da örgüttün egemen, farklı yapı, kültür ve güçteki devletlerden oluşması gelmektedir. Evrensel çıkarlara sahip ABD ile bölgesel ve daha dar kapsamlı sorunları bulunan Avrupalı üyeler arasında belirli çıkar çatışmaları hep olmuştur. Örgüt içinde ABD’nin büyük askeri siyasal ve ekonomik gücü de çeşitli anlaşmazlıklara sebep olmuştur. NATO’nun kurulduğu yıllarda ABD’nin Batı dünyası üzerindeki mutlak üstünlüğü, Örgütü türdeş bir yapıya sahip durağan ve ABD’nin siyasal amaçlarının basit bir aracı haline getirmiştir. Batının savaş yıkıntılarından kurtulması, siyasal ve ekonomik bir güç olarak ortaya çıkması bu düzeni bozmaya başlamıştır. Ayrıca ABD’nin evrensel planda gücünü yitirmesi önemli dış politika başarısızlıklarına uğraması da NATO içi politikayı ve dengeleri etkilemiştir. NATO içi ilişkileri temel olarak üç ana başlıca incelemek olasıdır. Her üç konuda da NATO’ya Avrupa kanadı ile Atlantik’in öteki yakası yani ABD arasında olan bir bağdaşma olarak bakmak, ilişkinin taraflarını böylece ayırmak gerekmektedir. Tabii NATO içinde daha alt düzeyde taraflar ve ilişki kalıpları vardır. Siyasal Açıdan: Avrupa ile ABD arasındaki en önemli görüş ayrılığı, siyasal açıdan kendini üçüncü ülkelere karşı takınılacak ortak tutumun saptanmasında göstermektedir. Doğaldır ki üçüncü ülkeler içinde en önemlisi de Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupalı olmaktadır. Özellikle son 10-15 yılda, Avrupalı üyeler gerek Sovyetler Birliği gerek Doğu Avrupa ülkelerine karşı daha işbirliğine yönelik olmuşlardır. Batı Avrupa ülkeleri yumuşamanın sürdürülmesini özellikle ekonomik nedenlerle ısrarla savunmuşlardır. ABD bu konuda daha sertlik yanlısı bir tutum izlemiştir. Ve Avrupalı bağdaşlarına karşı duyarsız kalmıştır. Ayrıca Vietnam Savaşı’ndan başlayarak, üçüncü dünya ülkeleri ile ilişkilerde de ABD’nin evrensel çıkarlarına alet olmak istemeyen ve yeni gerginliklerden kaçınmak arzusunda olan Batı Avrupalılar, ABD ile sık sık çatışmışlardır. Ekonomik Alanda: Ulusal paralar arasındaki kur ilişkilerinden karşılıklı ticarete kadar birçok alanda NATO’nun Avrupa kanadı ile ABD arasında ciddi çatışmalar ve çıkar farklılıklar ortaya çıkmıştır. O kadar ki birçok Avrupalı ABD’nin örneğin yüksek faiz uygulamasının kendilerine getirdiği sorunları Sovyet tehdidinden daha önemli ve yıkıcı olduğunu açıkça söyler hale gelmişlerdir. Askeri Strateji: NATO’nun genel düzenini bozan ve iç dayanışmasını sarsan iç çelişkilerini arttıran bu tür çatışma çerçevesi içinde örgüt içi savunma konularında yani bağlaşmanın temel işlevinde de taraflar arası ciddi çatışmalar süre gelmiştir.
İlk zamandan günümüze kadar ABD ile diğer ülkeler arasında bir güven bunalımı yaşanmıştır. Bu bunalım ABD’nin mutlak üstün olduğu zaman çıkmamıştır. NATO’nun askeri stratejisinin özünü Avrupa üzerindeki Amerikan nükleer şemsiyesi oluşturmuştur. Nükleer tekelini ve üstünlüğünü elinde bulundurduğu dönemlerde önemli bir sorun gibi gözükmemektedir. Fakat SSCB’nin nükleer silahlanması Avrupalıların Amerikan etkinliğini tartışmaya başlamalarına neden olmuştur. Amerika’nın artık kendilerini koruyacağı inancını yitirmeye başlamışlardır. Esnek Karşılık: İşte ortaya çıkan güven bunalımı sonucu Avrupa’dan gelen siyasal baskılar ABD’yi NATO için yeni bir strateji aramaya yöneltti. Esnek karşılık adı verilen bu strateji ABD’de 1961 yılında kabul edildi. 1967 yılında da NATO’nun resmi stratejisi oldu. Esnek karşılık olası bir Doğu-Batı çatışmasına karşı üç aşamalı bir senaryo önermektedir. Buna göre Avrupa’daki konvansiyonel bir çatışmada önce klasik silahlar kullanılacak çatışma şiddetlenirse nükleer silah kullanımına geçilecekti. Bu arada soruna diplomatik çözüm bulunabilmesine olanak sağlamak için de öngörülen her aşama arasında, yani her tırmanma öncesinde bir duraklama olacaktır. Ancak bu strateji Avrupalı devletler için yeterince güven verici kabul edilmemiştir. Buna rağmen aradaki güven bunalımı devam etmiştir. Bunun en çarpıcı örneği Fransa’nın 1967 yılında ABD’yi ve yeni stratejisini protesto ederek örgütün askeri kanadından çekilmesi ve savunmasını ulusal nükleer gücüne dayandırmayı yeğlemesi olarak gösterebiliriz.
NATO’yu son yıllarda sarsan başka bir stratejik sorun ise bağlaşmanın sorumluluk alanlarının genişlemesi ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Petrol bunalımından sonra ABD’de oluşan yeni görüşler, Körfez bölgesinin ABD’nin ve bu arada Batı dünyasının çıkarlarıyla yakından bağlantılı olduğu yönündeki gelişmedir. Bu görüşler, Körfez bölgesi ile Amerikan çıkarları ve güvenliği arasında organik bağlar kuran Carter Doktrini ile de resmi bir nitelik kazanmıştır. Körfez bölgesinin yalnız Sovyetler Birliğine karşı değil aynı zamanda 1950’lerin Eisenhower Doktrini’ni anımsatır biçimde Körfez bölgesi ülkelerindeki iç düşmana yani buralardaki ulusal muhalefete karşı da Batı’nın askeri gücüyle savunulmasını ve Amerikancı yönetimleri korumaya yönelik Amerikan müdahalesini öngören resmi Amerikan görüşleri, bu konuda NATO onay ve yardımını da istemeye başlamıştır.
Bunun içinde NATO’nun sorumluluk alanının Körfez bölgesini de içerecek biçimde genişletilmesi, NATO’nun gayrı resmi gündemine Amerikalılarca getirilmeye başlanmıştır. NATO’nun Avrupalı üyeleri ise bu tek yanlı ve oldukça maceracı Amerikan görüşüne karşı olumsuz bir tavır takınmışlardır. Nitekim İkinci Körfez Savaşında Avrupalı Devletler(başta Fransa ve Almanya) ve Birleşmiş Milletler, ABD’yi kınamışlar, orantısız güç kullanma, insan hak ve hürriyetlerini ihlallerinden dolayı ABD’yi kınamışlardır.
Stratejik konularda silahsızlanma da ABD ile Batı Avrupa arasında bir gerginlik unsuru olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle Avrupa’daki orta menzilli nükleer füzelerin sınırlandırılması görüşmelerinde (ki Cenevre’de başlayan bu görüşmeler yeni Amerikan füzelerinin yerleştirilmeye başlanmasıyla kesilmiştir) Avrupalılar ABD’nin ödün vermez tutumundan sıkça yakınmışlardır. Birçok Avrupalıya göre ABD’nin amacı silahsızlanma görüşmelerini başarıya ulaştırmaktan ziyade füzelerin Avrupa’ya yerleştirmeyi gerçekleştirmek olmuştur.
7- Gelecekte NATO
NATO, dünya barışını tehdit eden çeşitli unsurlarla mücadele edebilmek için, geçtiğimiz yıllarda bir dizi yeni girişimde bulunmuştur. Bunların arasında en önemlileri Savunma Yetenekleri Girişimi (SYG) ; İttifakın içinde Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliğinin (AGSK) geliştirilmesi ve Kitle İmha Silahları Merkezinin kurulması olup bu merkezin amacı, ittifakın bu tür silahların yol açtığı tehdide daha etkili bir şekilde yanıt vermesi ve yayılmalarını önlemektir.
Savunma Yetenekleri Girişimi, Müttefik ülkelerin, silahlı kuvvetlerinin uygun ekipmanlara yatırım yapması ve askeri birliklerini yeni güvenlik tehditlerine karşı koyabilmek için iyileştirilmelerini ve yenilemelerini sağlamak üzere tasarlanmıştır. SYG sayesinde Müttefikler askeri birliklerin seferberliği, lojistik destek sağlanması, komuta-kontrol yapısı gibi mevcut ve gelecekteki operasyonları için çok önemli olan alanlar üzerinde durmaktadır.
İttifak içinde oluşturulan Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliğinin amacı NATO’nun Avrupalı üyelerinin güvenlik ve savunma alanında daha büyük sorumluluk üstlenmesini sağlamaktır. Amaç Avrupalı Müttefiklerin, İttifakın askeri açıdan müdahil olmadığı durumlarda, kriz yönetimi ve barış koruma gibi operasyonların gerçekleştirilmesi için NATO’nun imkân ve yeteneklerinden yararlanmasını sağlamaktır. Bu tür operasyonlar örneğin Avrupa Birliği’nin liderliğinde yapılabilir. Bu çerçevede halen NATO ile Avrupa Birliği arasında çalışmalar devam etmektedir. Bu işin içine ayrıca Avrupa’nın kendi askeri kapasitesini güçlendirmek de dâhil olup bu sayede güvenlik ile ilgili yük ve sorumlulukların Atlantik okyanusunun iki yakası arasında daha adil bir şekilde dağıtılması sağlanacaktır.
Bu girişimler ve NATO’nun Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana geçirdiği değişim İttifaka üye ülkelerin güvenliği ile Avrupa-Atlantik bölgesinin gelecekteki istikrarını ve refahını arttırmak için tasarlanan sürecin parçasıdır. İttifakın 50. yıldönümünde gerçekleştirilen 1999 Washington Zirvesinden bu yana, bu faaliyetleri yerine getirmek ve NATO’yu bugünün zorluklarına adapte etme sürecini devam ettirmek için çalışmalar yoğun bir şekilde sürdürülmektedir. Bunlar arasında demokrasiye ve insan haklarına saygı gibi ortak değerlerin korunması; Rusya ve Ukrayna ile güvenlik köprülerinin kurulması; diğer ortak ülkelerle yakın işbirliği için temel oluşturulması ve diğer bütün seçenekler tükendiğinde, kriz yönetimi için etkili bir araç olarak hizmet edilmesi ve çatışmanın etkilerinin yayılmamasının ya da Avrupa-Atlantik bölgesinin genel istikrarını tehdit etmemesinin sağlanması yer alır. Bu, hem üye hem de Ortak ülkelerde, çatışma politikalarını kabul etmeye istekli olmayan ve gelecek nesiller için anlayış ve işbirliğine dayalı bir güvenlik ortamı yaratmaya kararlı olan kamuoyunun yardım ve dileğine bağlı önemli bir görevdir.
Sonuç
Sovyet Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı başında sinyallerini verdiği Türk topraklarına yönelik emperyalist politikaları, savaş sonunda Türkiye için en ciddi tehdidi oluşturan yeni bir boyut kazandı. Bu tehlike karşısında Türkiye Rusya ile başa çıkabilecek güçte tek devlet olan Amerika’nın desteğini alma uğraşı içine girdi. Çok da kolay olmayan bir süreç sonunda Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle Amerika’nın desteği sağlandı. Böylece Türkiye Sovyet tehlikesine karşı kendisini Batı güvenlik çemberi içine almış oluyordu ve o noktada bu olay, dış politikada sağlanan başarılı bir başlangıçtı. Ancak kısa sürede Atatürkçü değerlerden ayrılma yoluna gidildi. Bu durum Türkiye’nin bölge merkezli politikalar takip etme inisiyatifini yitirmesine neden oldu ve büyük ölçüde Amerika merkezli politikaların uygulayıcısı durumuna geldi. Bu ise Türkiye’nin bölgede güvenilirliğini sarsan ve zaman zaman Türk ulusal çıkarları aleyhine sonuçlar doğuran gelişmelere neden oldu.
Türk Hükümetinin, içinde bulunduğu bu etkinliklerden beklentisi daha fazla ekonomik yardım alabilmekti. Çünkü 1953’te Sovyet Rusya önceki politikasından geri adım atmış Türkiye’ye barış eli uzatmıştı. Ama Rusya’nın bu eylemi Türk idarecileri nezdinde inandırıcı olmadı. Türkiye, ödeme gücünün üzerinde borçlanmaya gitti. Mustafa Kemal Atatürk’ün bütünsel bağımsızlık ilkesi gözden uzak tutuldu hatta sonuçlarına baktığımızda en önemli unsur olarak ortaya çıkan ekonomik bağımsızlık göz ardı edildi ve Türk ekonomisi bir krizden diğerine sürüklenen bir döneme girmiştir.
* Uzman Tarihçi, Araştırmacı-Yazar
KAYNAKLAR
-ANA BRİTANNİCA, “NATO”, C. 13, Ana Yay., İstanbul 1992, s. 39-40.
– ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1991.
-BAZOĞLU SEZER, Duygu, “Soğuk Savaş Dönemi ve Türkiye’nin İttifaklar Politikası”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, (Yay. Haz. İsmail Soysal), TTK Yayınları, Ankara,1999, s. 465-482.
-ÇAYHAN, Esra, Avrupa’da Yeni Güvenlik Arayışları NATO-AB-Türkiye, Kitabevi Yay., İstanbul 1996.
– ERDOĞDU, Hikmet, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve NATO İttifakı, IQ Yay., İstanbul 2004.
– GERGER, Haluk, “NATO”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 6, İletişim yay., İstanbul 1983, s. 216-228.
– GÖNLÜBOL, Mehmet vdğr, Olaylarla Türk Dış Politikası(1919-1995), Siyasal Kitabevi Yay., Ankara 1996.
-GÜRKAN, İhsan, “NATO ve Türkiye İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, (Yay. Haz. İsmail Soysal), TTK Yayınları, Ankara1999, s. 483-495.
– KOMİSYON, Yeni NATO, Sıcak Savaştan Soğuk Savaşa, Ülke Kitapları Yay., İstanbul 1996.
– MCGHEE, G., ABD, Türkiye, NATO, Ortadoğu, Çev. Belkıs Çorakçı, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1992.
– ORAL, Sander, Siyasi Tarih(1918-1994), İmge Kitabevi Yay., 5. baskı, Ankara 2007.
– SARINAY, Yusuf, “Türkiye’nin NATO’ya Girişi”, Türkler, C. 16, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s. 923- 927.
– http://www.ait.hacettepe.edu.tr/egitim/ait203204 (2.12.2008).
yyaaa çok güzel :p