Osmanlı Devleti’nde Eğitim Öğretim Sistemi

Mehmet DERİ*

Mehmet Deri Klasiklerine kaldığımız yerden devam ediyoruz

Bilindiği gibi eğitim, yetişen nesillerin topluma intibakını sağlamak, millî kültürü genç kuşaklara aktarmak, böylece fert ve cemiyet hayatında bir denge ve ahenk meydana getirme faaliyetidir. Eğitim ailede, okulda ve çevrede hayat boyu süren bir etkileşimin adıdır. Her devlet, kendi toplumunun değer yargılarına, zamana, ekonomik ve diğer şartlara göre bir eğitim sistemini ve anlayışını benimser.
Osmanlı Devleti, kuruluşundan XVI. yüzyıl ortalarına kadar hızla ilerlemiş, sadece İslam dünyasının değil, aynı zamanda tüm dünyanın en büyük ve en güçlü devleti haline gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin bu büyümesi ve güçlenmesi devlete bağlı kurumların; özellikle de “eğitim kurumları”nın tâbi bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Devletin gereksinim duyduğu her türlü bilimsel ve entelektüel ihtiyaç bu kurumlar tarafından karşılanmıştır.

Önceleri küçük bir beylik iken, Osmanlı Devleti’ni kısa bir zamanda “cihan devleti” yapan unsurların başında, asırlardır başarıyla uyguladığı eğitim politikası gelmektedir. Bu başarılı eğitim politikası nedeniyledir ki, Devlet-i Â’liye Osmaniyye, 400 atlıdan koskoca cihangir bir devlet haline gelmiş, 320 yıl dünyanın tek süper gücü olmuş; hangi din, dil, ırk ve coğrafyadan olursa olsun insanları adalet ve büyük bir hoşgörü örneği sergileyerek asırlardır bir arada yaşatmayı başarmıştır.

Osmanlı Devleti, tarihte İslâmî esaslara göre yönetilen Türk-İslâm Devletidir ki, bu nedenle bütün sistem ve müesseselerde olduğu gibi, eğitim öğretim sisteminde de İslâmî eğitim usûllerinden ve kendisinden önceki İslâm Devletleri’nden (bilhassa da Anadolu Selçuklularından) yararlanmıştır. Bu İslam Devletlerinin ise, temelde Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerle, Müslüman Milletlerin kültür ve medeniyetlerinden yararlandıkları bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin başta eğitim öğretim olmak üzere diğer hususlarda, daha önceki İslam Devletleri’nden istifade etmesi körü körüne bir taklit olmayıp, bir sentez ve özümleme hadisesidir. Gerçekten de Osmanlı devleti kendisinden önceki kültür ve medeniyetlerden en iyi şekilde yararlanmayı bildiği gibi, bu bağlamda kendisinden önceki tarihsel mirası ve birikimi en iyi şekilde değerlendirip çağına uyarlamayı da başarmıştır.

ÖRGÜN EĞİTİM MÜESSESELERİ

Bu müesseseler, belirli yaş ve bilgi seviyesindeki insanları, belirli eğitim ve öğretim kaidelerine göre yetiştirmek üzere kurulmuş müesseselerdir.

I) İlk Seviyedeki Eğitim-Öğretim Müesseseleri
Sıbyan Mektepleri: Osmanlılar da bu okullara “Daru’ttalim”, “Daru’l-ibn”, “Muallimhâne”, “Mektephâne”, “Mahalle Mektebi”, “Mekteb-i İbtidaiye” adları verilirdi. Osmanlılar’da bu mektebin hocasına “Muallim”, yardımcısına “Kalfa”, talebelerine de “Suhte”, “Puser”, “Şakird” denilirdi. Daha çok cami ve mescit bitişiğine yapılan bu okullar, medreselerin çekirdekleri idi. İlk tahsil veren bu mekteplerde 5-6 yaşlarındaki çocuklara okuyup yazmayı, başta Kur’an-ı Kerim okumak olmak üzere dinî bilgileri ve dört işlemden ibaret olan matematik dersini verilirdi. Bu mektepler camilerin veya mescidlerin yanına yapılırdı. Osmanlılar her mahalleye, her köye varıncaya kadar bu okulları yaygınlaştırmışlardı. Devletin sınırlarının ilerlemesine paralel olarak bu okulların sayısı da her geçen gün artmıştır. Bu mekteplerin en önemli özelliklerinden biri de mektebe başlama şekliydi. Çocuk, okuma çağına gelince mektebe büyük bir merasim ile başlatılırdı ki, buna “Âmin Alayı” denirdi. Mektepteki okuma müddeti içinde, çocuklara çalışıp kolayca öğrenmeleri için teşvikte bulunulur ve çocuklar hediyeler alınıp ödüller verilirdi. Bu mektepleri bitiren çocuklar, rüşdiye ve emsali okullara devam edebilecek duruma gelirlerdi. Bu okullarda Elifba, Kur’an-ı Kerim, Tecvid, İlmihâl, Ahlâk, Sarf-ı Osmanî, İmlâ, Kıraat, Mülahhas Tarih-i Osmanî, Muhtasar Coğrafya-ı Osmanî, Hesap, Hendese, Hüsn-i Hatt gibi dersler okutulurdu. Okuma yazma bilen ve bu işe uygun olan herkes, bu mektepte muallim olabilirdi. Okulun belirli sınıfları ve süresi yoktu. Her çocuk, öğretilen bilgiyi öğreninceye kadar mektebe giderdi.

II) Orta ve Yüksek Seviyedeki Eğitim-Öğretim Müesseseleri
Medreseler: Medrese, Arapça bir kelime olan “derese” türevinden gelmektedir. “İlim öğrenilen yer” anlamına gelir. Medrese teşkilatlı bir kuruluş olup, dershane ve etrafında öğrencilerin kaldığı odalar, medreselerin bel kemiğini teşkil eder. Kütüphane, imaret, hamam gibi kuruluşlarda medresenin ayrılmaz parçalarıdır. Çoğu zaman cami ve mescid bitişiklerine yapılırdı. Diğer İslam Devletleri’nde olduğu gibi Osmanlılarda da temel eğitim ve öğretim kurumları medreseler idi. Osmanlılar, medreselerini Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları ve diğer İslam devletlerini örnek alarak kurdular. Kısa zamanda şöhret bulan bu medreselere, İslam dünyasındaki diğer ülkelerden çok sayıda talebe ve âlim akın etmeye başlamıştır. Osmanlılar medreselerinde naklî ilimlerde Şam-Mısır; aklî ilimlerde Bağdat-Semerkand bölgelerinde yetişmiş ûlemadan istifade etmiştir.

Osmanlılar, eğitim öğretim sistemlerinin temelini oluşturan medreseleri, Büyük Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti ve diğer İslâm Devletlerini örnek olarak kurdular. Bu yüce devlet, ilmiye sınıfı mensuplarına büyük bir itibar gösterdiği için İran, Turan, Horasan, Dağıstan, Hindistan, Buhara, Halep, Şam, Mısır’dan birçok âlim İstanbul’a akın etmiştir. Osmanlı’larda ilk medrese, 1330’da İznik’in fethini müteakip bir manastırın medreseye çevrilmesiyle İznik’te Orhan Gazi tarafından açılmıştır. Burası kısa zamanda bilim yuvası haline gelmiş, uzun müddet hizmet vermiştir. Davudî Kayserî (öl. 1350) bu medresenin ilk baş müderrisliğini (rektör) yapmıştır. Ayrıca Orhan Gazi bu medrese için vakıflar tesis etmiştir.

Osmanlılarda ikinci medrese Bursa’nın fethini müteakip yine Orhan Gazi döneminde, şehrin en büyük manastırının(Manastır Medrese’si) medreseye çevrilmesiyle Bursa’da açılmıştır(1335). Osmanlı Devleti’nin sınırlarının hızla gelişmesine paralel olarak medreseler de aynı hızla artmaya başlamıştır. Orhan Gazi’den sonra sırasıyla I. Murat, Yıldırım Bayezıt, I. Çelebi Mehmet, II. Murat’ın yaptırdığı medreseler izlemiştir. Yine pek çok devlet ricali, medrese ve diğer hayır kurumları açmakta âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Açılan bu medreseler Osmanlılarda bilim ve düşünce hareketliliğini ve faaliyetlerini artırıyor, devletin her alanda büyük bir ilerleme ve gelişme kaydetmesini sağlıyordu. Kuruluş döneminin en önemli medreseleri aynı zamanda devletin de başkentliğini de yapmış olan İznik, Bursa ve Edirne medreseleri idi.
Medreselerin doruğa çıkışı ise Fatih ile gerçekleşti. Çağ kapayıp çağ açan Fatih, Fatih Camii yanına Sahn-ı Seman (Semaniye) adını taşıyan sekiz medrese yaptırdı ve sekiz kiliseyi de medrese haline getirdi. Sahn-ı Seman medresesinin programı Ali Kuşçu ile Mahmut Paşa tarafından hazırlandı. Ayrıca Ayasofya’nın papaz odalarını medreseye çeviren Fatih, buranın baş müderrisliğine de Molla Hüsrev’i getirmişti. Ali Kuşçu ve Hızır Çelebi gibi büyük âlimler de burada dersler vermekte idi. Kanunî Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii civarında yaptırdığı ve Süleymaniye adıyla anılan medreseler ise Osmanlılarda öğretim yoluyla atılan en büyük adımlardan biri oldu. Burası aynı zamanda İslâm dünyasının en büyük ilim ve kültür merkezi haline geldi. İslâm dünyasının diğer bölgelerinden bu medreselere çok sayıda âlim ve talebe akın etti. Bu medreseler darü’l hadis, tıp, tabiiye, riyaziye ve diğer ilimlerin okutulduğu 6 fakülteden ibaretti. Ayrıca sitenin hastane, imaret, tabhâne(mutfak), hamam da bulunmaktaydı. Sonraki yıllarda bunlara yenileri eklendi. II. Selim zamanında Edirne’de Selimiye, III Murat döneminde III. Murat Medresesi, III. Mehmet devrinde III. Mehmet Medreseleri inşâ edilerek yüzyıllarca bu böyle devam etmiştir. Bu medreselerde Davudî Kayseri, Molla Fenari, Kadizâde Rumî, Ali Kuşçu, Celaleddin Hızır, Zenbilli Ali Efendi, Gelenbevi İsmail, Mirim Çelebi, İbn-i Kemâl, Taşköprüzâde Ahmet, Meşhur Hekim Âhî Çelebi, Kınalızâde Ali, Kanuni’nin meşhur Şeyhülislamı Ebussuud Efendi gibi pek çok âlim yetişmiş ve yine bu medreselerde ders vermişlerdir.
Medreselerin vakfiyesi vardı. Bu vakfiye de medresenin çalışma sisteminden, çalışanların günlük yevmiyelerine varıncaya kadar her türlü bilgi yer alırdı. Ayrıca hoca ve talebelerin ihtiyaç ve masrafları da bu vakfiyelerden karşılanırdı.

Medreselerde “baş müderris” (rektör), “müderris” (profesör), “müfid” (doçent), “muid” (asistan), öğrenciler ise “danişmend, sûhte, talebe, mülazım” adıyla anılırdı.
Şimdi bunlardan kısaca bahsedecek olursak:
a)Müderris: Belirli bir tahsilden sonra icazet, mülâzemet, ve beratla medreselerde ders veren kimsedir.
b)Müfîd(Doçent): Günümüzdeki doçentin karşılığı diyebiliriz. Talebenin derste anlamadığı bir konu varsa talebenin dikkatini derse yoğunlaştırmak suretiyle talebenin daha iyi yetişmesini sağlardı.
c)Muid: Müderrisin yardımcılarına denirdi. Müzakereci de denilirdi. Müderrisin, dersten ayrılmasından sonra, onun dersini talebeye tekrar anlatan kimsedir.
d)Danişmend(Talebe): Medreselerde ders gören talebelere, tahsillerine göre değişik isimler verilirdi. Genelde aşağı seviyedeki talebelere “sûhte”, yüksek seviyedeki talebelere de “danişmend” adı verilirdi.
Medreseden imtihanla mezun olan her öğrenciye “icazetname” denilen diploma verilirdi. İcazetnamede, medresede okunan derslerin ve müderrislerin adı yazılırdı.
Osmanlı medreselerinde değişik zamanlarda, farklı dersler okutulurdu. Dinî ilimlerden Fıkıh, Kelâm, Hadis, Tefsir, Feraiz, Usûl–i Fıkıh; aklî (müspet) ilimlerden Mantık, Belâgat, Lügât, Sarf, Nahiv, Hendese, Hesap, Heyet (Astronomi), Botanik, Tarih, Kimya, Tıp, Felsefe gibi ilimler okutulurdu.

Medreseler, eğitim öğretimi bir zümrenin, sınıfın imtiyazı olmaktan çıkarmak ve toplumda sosyal adaleti, fertler arasındaki fırsat ve imkan eşitliğini temin etmek için parasız eğitim yapılırdı. Talebenin ve öğretim elemanlarının masrafları vakıflar tarafından karşılanırdı. Böylece eğitim öğretimin finansmanı işinde devletin yükü hafif tutulurdu. Medreseler sadece, din ve dünya işlerini Osmanlı medreselerinde ilk dönemlerde müderrisler günde 4 ders vermekle yükümlüydüler. Eğitim, medreselere ve müderrislere göre değişirdi. Haftanın en çok üç günü (salı-perşembe-cuma) tatildi.

Osmanlı medreselerini, umumî ve ihtisas (uzmanlık) medreseleri olmak üzere iki ana gruba ayırabiliriz:
a) Umumi Medreseler: Bu medreseler, devrindeki dinî ve pozitif ilmilerin birlikte okutulduğu medreselerdi. Bu medreseleri, müderrislerin aldıkları yevmiye miktarlarına göre inceleyebiliriz:
1- Haşiye-i Tecrit (yirmili): Müderrislerine 20 akçe yevmiye verilen medreselerdir.
2- Miftah (otuzlu): Müderrislerine 30 akçe yevmiye verilen medreselerdir.
3- Telvih (kırklı): Müderrislerine 40 akçe yevmiye verilen medreselerdir
4- Ellili Medreseler: Müderrislerine 50 akçe yevmiye verilen bu medreseler dâhil ve hariç olmak üzere ikiye ayrılırlardı.
Hariç Ellide:
a)Fıkıh’ta, Hidaye
b)Kelam’da, Şerh-i Mevafık
c)Hadis’te, Mesabih adlı eserler okutulurdu.
Dâhil Elli’de:
a)Fıkıh’ta, Hidaye
b)Usûl-i Fıkıh’ta, Telvih
c)Hadis’te, Buharî
d)Tefsir’de Keşşaf ve Beyzavî okutulurdu.
5- Sahn-ı Seman Medreseleri: Bu medreseler, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a kurduğu külliyede bulunan 8 medresedir. Bu medreseler, Kanuni Sultan Süleyman Süleymaniye Medreselerini kuruncaya kadar en yüksek payeli medreselerdi.
6- Altmışlı Medreseler: II. Beyazıt devrinden itibaren kurulan bu medreselerde müderrislere 60 akçe yevmiye verilirdi.
b) İhtisas (Uzmanlık) Medreseleri: Bu medreselerde hem dini ilimler hem de pozitif ilimler okutulurdu. Eğitim-öğretim üç ana dalda yürütülürdü. Bunlar dâru’l-hadis, daru’l-kurra, daru’l-tıp idi.
Şimdi bunlardan kısaca bahsedelim:
1- Dâru’l-Hadisler: Bu okullar hadis öğretiminin yapıldığı okullardı. Daha önce camilerde yapılan bu tip öğretim, sistemli bir şekilde öğrenme ihtiyacından dolayı sonradan okullarda yapılmaya başlandı. Buhari, Müslim gibi hadis kitapları ile bunların şerhleri ve Usûl-i Hadis’e dair eserler okutulurdu. Buradaki hocalara da “Muhaddis” denirdi. Bu mekteplerde talebe olabilmek için umumî medreseleri bitirmek gerekirdi. Ayrıca bu mekteplerde tefsir de okutulurdu
2- Darû’l-Kurrâlar: Bu medreseler Kur’an öğretimiyle ilgili medreselerdir. İlk dârû’l-kurrâ Yıldırım Bayezıt tarafından Bursa’da açıldı. Bu medreselerde iki kademeli öğretim yapılırdı. Sıbyan mekteplerini bitiren öğrenci önce birinci kademe darû’l-kurra’ya girerdi. Burada Kur’an-ı Kerim’i ezberledikten sonra ikinci kademe darû’l kurra’ya devam ederdi. Burada da kıraat, mahreç (seslerin çıkış bilgisi), tecvid dersleri öğretilirdi. Bu medreseler genellikle cami görevlileri ve kıraat ilmi öğrenenlerin devam ettikleri medreselerdi. Çoğu zaman cami bitişiklerinde bulunurlardı. Bu medreselerde dersler, tekrar suretiyle ve uygulamalı olarak camilerde yapılırdı. Bu medreseden diploma alanlar; hafız, hatip, imam ve müezzin olurdu.
3- Darû’l-Tıplar: Bugünkü tıp fakülteleriydi. Bu medreselere “daru’ş-şifa”da denilirdi Osmanlılarda ilk defa Yıldırım Bayezıt tarafından Bursa’da yaptırılan bu medreselerin başlangıcı diğer İslam ülkelerine dayanır. Fatih’in İstanbul’da, II. Beyazıt’ın Edirne’de inşa ettirdiği birer daru’l-tıp vardı. Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’da yaptırdığı Süleymaniye Tıp Medresesi bu medreselerin en ünlüsüydü, tıp tarihi açısından önemli bir medrese idi. Bunları diğerleri takip etti. Bu okullarda doktor yetişirdi. Daha çok teorik tıp okutulur, pratikleri ise hastanelerde öğretilirdi.

XVI. yüzyılın sonlarına doğru ise diğer bütün kurumlarda olduğu gibi medreselerde de gözle görülür bozulmalar oldu. Bunun nedenleri ise: Medrese kanunlarına aykırı hareket edilmesi, ilme önem verilmemesi, ilim ehlinin maddî manevî olarak desteklenmemesi, yeni doğmuş bebeklerin “beşik uleması” müderris olarak atanması, merkezcilik, bencillik, rüşvet ve iltimaslar, pozitif bilimlerin medreselerden kaldırılması gibi nedenlerle, medreseler ve buna bağlı olarak devletin diğer müesseseleri bozulmaya yüz tutmuştur. Daha sonraki yıllarda ise Avrupa’nın gözle görünür üstünlüğü karşısında, diğer kurumlarda olduğu gibi eğitim öğretim kurumlarında da Avrupa örnek alınarak birtakım ıslahat hareketlerine girişildi ise de bunlardan bir sonuç alınamamıştır.

Enderun Mektepleri: Bir şeyin iç kısmı, dâhili, iç yüzü, harem dairesi gibi anlamlara gelen Enderun; mülkî, idarî ve diğer önemli kadronun yetiştirildiği bir okuldur.

Osmanlı’yı cihan devleti yapan kurumların en başında Enderun Mektebi gelir ki, Osmanlı Devleti’nin ihtiyaç duyduğu devlet adamı kadrosu bu mektepten yetişirdi. Bu okullara alınacak öğrenciler, çok zeki ve de yetenekli kimselerdi. Nitekim önde gelen tanınmış psikologlardan Amerikalı Lewis Terman (Stanford-Binet adlı zekâ testini bulan kişi) Enderun mektebine alınan çocuklar için şunları söylemektedir: “Zekâ seviyesini ölçmek için ilk defa test yönetimi, Osmanlılarda Enderun mektebine seçilen öğrenciler için uygulanmıştır.”
II. Murad zamanında kurulan Enderun Mektebi, gerçek kimliğine Fatih Sultan Mehmet zamanında kavuşmuştur. Fatih zamanında Enderun Mektebi yalnız bir devşirme mektebi olma hüviyetinden çıkarak, devletin siyasî sistemi için gerekli idarî ve mülkî kadronun eğitimine de yönelmiştir.

İstanbul’da bulunan İngiliz sefiri(elçisi) Enderun Mektepleri hakkında şunları söylemektedir: “Osmanlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar, seçilerek saraydaki Enderun denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor, İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin siyâset ve idâre adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak için, bu Enderûn mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende geri bırakmak lâzımdır.”
Askerlik, siyaset ve teknik konuların ağırlıklı olarak okutulduğu Enderun okulunun temel özelliği, saray içinde bulunması ve bütün derslerin Türkçe okutulmasıdır. Fatih kanunnameleri ve Enderun mektebinin durumu da gösteriyor ki, Osmanlı devrinde Türkçeye devlet dili olarak gereken önem verilmiştir Osmanlı devrinde Türkçenin devlet dili olarak hâkim olmasının bir başka sebebi de Enderun Mektebi’dir. Enderun, saray içinde bir okuldur. Sarayda, orduda ve hükümet işlerinde çalışacak memurları ve hizmetlileri yetiştirmek bu okulun görevi idi. Bu okulda okuyanlar, her bakımdan Türkçeyi en iyi şekliyle bilmek zorunda idi.

Bu mekteplere acemi oğlanlardan seçilen öğrenciler alınırdı. Bunlar Enderun Mektebine hazırlık olarak Saray Mektebi’ne dağıtılırlardı. Bu hazırlık sarayları: Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı ve İskender Sarayı olmak üzere dört taneydi. Bu sarayların eğitime tahsis edilmiş odalarında eğitim görürlerdi.
Enderun Mektebine Hıristiyan tebaanın yetenekli çocukları alınırdı ki, bu çocuklar akıllı ve zeki, kabiliyetli ve de yakışıklı idiler. Devşirme sistemiyle toplanan bu çocuklar Enderun’da iyi bir müslüman, güvenilir ve nitelikli bir devlet adamı ve usta bir sanatkâr olarak yetiştirilirdi. Osmanlılara tâbi olan ülkelerin rehine olarak İstanbul’a gönderdikleri çocukları da yine Enderun’da eğitilirlerdi. Burada bilhassa şunu belirtmemiz gerekiyor: Enderun Mektebine önceleri devşirme çocukları alınırken daha sonra İstanbul ve Anadolu’dan Müslüman çocukları da alınmaya başlandı. Esasen Kanuni Devrinden itibaren Türk çocukları da Enderun Mektebi’ne alınmıştır. Nitekim Osmanlı bürokrasisi sadece devşirmelerden ibaret değildir. Divan ve taşra teşkilatında da yükselme olup buralar genelde Türklerin hâkim oldukları kurumlardır.
Enderun’da eğitim şu dört konu üzerinde toplanmıştı:
* Beden eğitimi yapılırdı.
* Saray işlerini fiilî olarak öğrenirlerdi.
* Yeteneklerine uygun bir sanatta uzmanlaşırlardı.
* Teorik bir öğretim görerek İslamî bilgilerini artırırlardı.
Bu eğitim faaliyetleri bir bütün olarak yapılırdı. Eğitim öğretim birbirini izleyen yedi odada verilirdi. Odalara “koğuş” da denilirdi. Öğrenciler sarayda her odanın gereklerini yerine getirirlerdi. Odalardaki eğitim süresi bir ile iki yıl arasında değişirdi.

Görüldüğü gibi Enderun, aşağıdan yukarıya doğru 7 (yedi) odadan oluşuyordu. Bu odalar büyük oda, küçük oda, doğancılar odası, seferli odası, kiler odası, hazine odası ve has oda şeklinde sıralanmaktaydı. Öğrenciler odaların alt basamağında öğretime başlar, üste doğru yükselirdi. Öğretim, uygulamalı ve de teorik olarak iki şekilde yapılırdı. Uygulamalı olanlar; saray ve protokol hizmetleri, güreş, atlama, meç ve ok atma gibi spor çalışmaları, hat sanatı, müzik vb. gibi güzel sanatlardı. Teorik olanlar ise Türkçe, Arapça, Farsça, Sarf, Nahiv, Şiir, Beyan, Hikmet, Edebiyat, Mantık, Coğrafya, Astronomi, Tarih, Fen, Geometri, Cebir ve İslamî Bilimler (Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelam gibi) idi.
Bu önemli eğitim kurumu, Osmanlı devlet hayatına çok sayıda sadrazam, vezir, yüksek rütbeli asker ve birçok hattat, şair, müzisyen, ressam ve minyatür ustası yetiştirmiştir. Yetiştirilen bu kimseler, bu mektepten aldıkları eğitimin mükemmelliği sayesinde uzun yıllar Osmanlı Devletine hizmet ettiler. Batı metotları ile harp okullarının açılması ve bunların gitgide çoğalmasıyla mektebin önemi iyice azaldı. Modern eğitimin gittikçe yerleşip yayılması karşısında, Enderun mektebi de modern eğitimin ilkelerini uygulamaya başladı. Ancak şehirde Türk ve ecnebi olmak üzere çeşitli genel kültür kurumlarının ve meslek okullarının açılması, özellikle Enderun Mektebi’nden çıkanların, Tanzimat’tan önceki dönemde olduğu gibi, devlet görevlerine tayinlerdeki üstün durumlarını kaybetmeleri, halk arasında özellikle devlet ileri gelenleri katındaki değerini sarstığından bu eğitim yuvası kalkınamadı ve 1908 İkinci Meşrutiyet’in ilânını takip eden günlerde tamamen kapatıldı. 1909’a kadar devam eden Enderun Mektebi, Türk eğitim tarihinde çok önemli bir yer işlev görmüştür.

Dinî ve Sosyal Müesseselerin Eğitim ve Öğretimdeki Fonksiyonu:
Osmanlı Devleti’nde halkı bilgilendiren diğer önemli müesseselerden birisi de camiler ve mescidler, tekke ve zâviyelerdir. Ayrıca kütüphanelerde birer eğitim öğretim merkezi olarak hizmet veriyordu.
Bu kurumlar, yüzyıllar boyu sadece ibadet yeri olarak değil; aynı zamanda eğitim-öğretimin yapıldığı, toplumu ilgilendiren güncel meselelerin görüşülüp karara bağlandığı, hükümet konağı, mahkeme, misafirhâne, genel ve siyasî bilgi edinme yeri, hatta konferans merkezi olarak hizmet vermiştir.

Câmi, Arapça bir kelime olup, halkı toplayan ve halkın toplantı yeri manalarına gelir. Mescid ise yine Arapça bir kelime olup secde edilen, namaz kılınan, Allah’a dua ve niyazda bulunulan yer manâlarına gelir. Bu yüzden sosyal müesseselerin başında gelen câmi ve mescidler hem ibadet yeri hem de cemaatin toplu bulunması sebebiyle memleket, muhit ve mahalleye ait işlerin görüşülüp karar bağlandığı yerlerdi. Bu nedenle medreseler, sosyal bir yapı olarak büyük bir öneme sahiptir.
Hz. Peygamber(a.s.)’in Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında ilk olarak Ku’ba Mescidi (Mescid-i Nebevi) inşâ edilmiş, burası eğitim öğretim merkezi olarak kullanıldığı gibi devlet ve memleket işlerinin, güncel mesele ve olayların görüşülüp karara bağlandığı, çözümlendiği bir karargâh olarak da kullanılıyordu.

Bu önemi nedeniyledir ki diğer İslam Devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da cami ve mescidler bir mahallenin odak noktasını teşkil ediyordu. Ayrıca cami ve mescidlerin yanına medrese, kütüphane, sebil, aşevi vb. gibi sivil ve sosyal vazifelerin görüldüğü binalar tesis edilirdi. Bu hâliyle bunlar, bir külliye meydana getirir ve âdeta yeni bir mahallenin kurulmasına yardım ederlerdi. Çünkü bir cami yaptırmak isteyen hayır sahibi kimse, toprağa ağaç diker gibi, binasını tek başına yalnız bırakmaz, yanına diğer hayır kurumlarını da yaptırırdı.
Zengin fakir herkesin katılabildiği dersleri “dersiam” denilen kişiler yapardı. Öğrencilerden de hiçbir ücret alınmazdı. Halk, konuşmacının çevresinde halka oluşturur ve dersi dinlerdi. Bu derslere gösterilen ilgi oldukça fazlaydı. Genellikle ikindi namazından sonra yapılan bu derslere “İkindi dersleri” de denilirdi.

Camilerin en önemli görevlerinden birisi de siyasî eğitim merkezi olarak kullanılmalarıdır. Ülkeyi ilgilendiren herhangi bir konu hakkında halkı bilinçlendirmek, yönlendirmek ve canlı tutmak için camilerden yararlanılmıştır. Yine her semtin camiine gelen hükümet bildirileri burada halka açıklanırdı. Görüldüğü gibi camiler sadece ibadet yönüyle değil, pek çok bakımdan halka hizmet veren yerlerdi. Burada vazife görenlerin de günümüzle mukayese edilemeyecek kadar, toplumda itibar sahipleri oldukları düşünülürse caminin bu görev ve fonksiyonları çok daha iyi anlaşılır. Gerçekten de günümüzde vazifesi, hemen hemen mihrapla minber arasına sıkışıp kalan imamların, salahiyetleri başlangıçta bu kadar kısıtlı değildi. Osmanlı’da imamlık, sorumluluk alanı geniş ve önemli bir vazife idi. Osmanlı Devleti’nde hükümdar berâtıyla göreve getirilen imamlar, özellikle sosyal faaliyetleriyle mühim bir rol üstleniyorlardı. Ülkemizde 1829’da muhtarlık teşkilatı kurulana kadar mahalle yöneticisi olarak kadıların bir nevî temsilciliğini de yapıyorlardı.

Camilerin dışında tekke ve zaviyeler, dergâhlarda birer yaygın eğitim öğretim kurumu olarak hizmet vermişlerdir
Tekke, bir şeyhin idaresi altında, dervişler grubunun dayandıkları zikir, murâkabe ve niyazla uğraştıkları yer anlamlarına gelmektedir. Zaviye ise bir zâhidin ibadetle meşgul olmak üzere inzivaya çekildiği köşe, tenha yer anlamındadır.

İslam eğitim ve kültür tarihinde önemli bir yeri bulunan müesseselerden birisi de tekke ve zâviyelerdir. Tasavvuf düşüncesinin, anlayış ve terbiyesinin işlendiği, derinleştirildiği ve halka aktarılıp öğretildiği tekkeye; dergâh, hangâh gibi isimler de veriliyordu. Bu konuda anlatılan özellikleri nedeniyle tekke ve zaviyeler, önemli birer eğitim müesseseleri olarak faaliyet gösteriyorlardı.
Nitekim Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren devletin ilerleyip genişlemesinde, eğitim öğretim kurumu olarak da kullanılan tekke ve zaviyelerin rolü çok büyüktür. Osmanlılarda tekkeler edebiyat, tarih, musikî ocakları idi. Yine tekkelerde yetişen, konusu daha çok dinî, ahlakî, mistik değerler olan bir edebiyat türü ortaya çıkmıştır ki bu edebiyata “Tekke (Tasavvuf) Edebiyatı” denir. Ayrıca tekkeler ve zaviyeler Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesinde çok mühim rol oynamışlardır.

İslam’da dînî tedrisat ile ibadet birbiriyle bir bütün oluşturdukları için tekke ve zaviyede bulunan şeyh, burada çeşitli dinî dersler verirdi. Bununla beraber tekke ve zaviyelerin esas gayesi zikir ve niyaz yapılabilecek yerler olmasıdır. Programlarında tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, kıraat, ahlâk gibi dinî ilimlerin yanında Osmanlıca, Farsça, biyografi, tarih, musiki ve edebiyat gibi dersler de yer alırdı.
Tekke ve zâviyelerin Osmanlı fütûhatını kolaylaştırmada büyük bir ehemmiyete haiz olduklarını biliyoruz. Osmanoğullarıyla birlikte birçok şeyh gelip Anadolu’nun batı taraflarına yerleştiler. Bu yeni gelen derviş muhacirlerin bir kısmı gazilerle birlikte fütûhat yapmak, memleket açmakla meşgul oluyor; diğer bir kısmı ise civardaki mekânlara yerleşiyor, ziraat ve hayvancılıkla meşgul oluyordu. Buraları kısa zamanda din, eğitim ve kültür, imâr merkezleri haline geliyordu. Bu zâviyelerin, ordudan önce gelip sınır boylarına yerleşmesi ordunun ileri harekâtını kolaylaştırıyordu.

Bundan başka tekke ve zaviyelerin, köylerin gelişmesinde ve ilerlemesinde büyük bir hizmetler yaptığını bilmekteyiz. Zaviye şeyhleri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren “köy gençlik ocaklarını” nüfuzları altına alarak buralara tasavvuf ilkelerini yerleştirmişlerdi. Böylece bunlar da şehirlerdeki ahi teşkilatları gibi manevî birlik kazanmışlardı. Tekke ve zaviyelerin bir kısmı devlet tarafından, bilhassa yolculuk için tehlikeli olan yerlerde, tesis ediliyordu. Bu bakımdan dağlarda, tehlikeli boğaz ve geçitlerde tesis edilen tekke ve zâviyeler; askerî sevk ve idareyi kolaylaştırmak, ticarete engel olabilecek eşkıya baskınlarına mâni olmak için birer “jandarma karakolu” vazifesi de görüyorlardı. Tamamen vakıflara bağlı olan bu müesseseleri, hemen her yerleşim merkezinde görmek mümkün idi.

Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda Babaîlik, Ahilik gibi tarikatlar mühim rol oynamıştır. 14. yüzyıl sonlarıyla 15. yüzyılda bu tarikatların kuvvetlenerek Anadolu’nun siyasî tarihinde söz sahibi olmaları ise, beyliğin bunları himayesinden doğmuştur. Osmanlı padişahlarıyla devlet adamları tarikat erbabına karşı, kuruluştan itibaren büyük bir hürmet göstermişler, birçoğu tarikat şeyhlerine intisap etmişlerdir. Bunun bir neticesi olarak da adlarına tekkeler açtırıp vakıflar yaptırmışlardır. Osmanlı sultanlarından bazıları tarikat mensubu kişilerden, savaşa giderlerken gaza kılıcı kuşanmışlar, onları seferde beraberinde götürmüşlerdir. İşte bu hürmet 14. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlılarda Ekberiyye, Bistamiyye, Zeyniye gibi tarikatların yaygınlaşmasına vesile olmuştur. Bundan başka yine 14. yüzyıl sonlarıyla 15. yüzyılda Halvetilik, Kadirilik, Mevlevilik de yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmıştır.

Fakat son zamanlarda çok istisnai olarak tekkeler esrar içenler, işsiz güçsüz kimselerin buluştukları, sazlı sözlü eğlenceler düzenlendikleri yerler olarak telakki edilmiş (bazı art niyetli kişiler tarafından abartılı ve maksatlı olarak) bu müesseselerin son zamanlardaki nahoş durumlarına bakıp da bunların hep böyle olduğunu zannetmek çok büyük haksızlık olur. Nitekim Muallim Cevdet de bu mevzuya temasla: “Son zamanlardaki yozlaşmasına bakıp da tekke ve zaviyelerin, daima öyle olduğuna hükmedilmemelidir. Dört mevsimden sonbahara bakarak ilkbaharda da ortalığı yapraksız ve yeşilliksiz sanmak doğru değildir, kemâl zamanlarında tekke ve zâviyeler ruhları çok terbiye etmiştir. Hayatın ızdırabını dindirmek ihtiyacında olanlar oralara koşar, nefis bir ahengin şelalesi altında ruhlarını yıkar, teselli edici söz ve tarihî menkıbelerle yeniden canlanırdı. Hâsılı tekkeler, yeis ve mahrumiyet ile canına kıyacak insanların yeniden hayat buldukları yerlerdir.”
Osmanlı Devleti’nde esnaf teşkilatı da birer eğitim öğretim yeri olarak kabul edilmelidir. Selçuklular döneminde Anadolu’da yaygın olarak görülen ve bir esnaf teşkilatı olan “Ahilik”, Osmanlılar döneminde de varlığını sürdürdü. Ahilik esnaf, zanaatkâr ve işçileri bünyesinde toplayan, üyelerine mesleki bilgi ve eğitim veren, dini bilgilerini artıran ve en önemlisi iş ve ticaret ahlâkına dayanan bir eğitim öğretim kurumudur.

Osmanlı Devleti’nin temeli atılırken geniş ölçüde Ahilik ve Ahi reislerinin nüfuzlarından istifade edilmiştir. Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi’nin Kayınpederi Şeyh Edibali’nin ahilerin büyüklerinden olması da rol oynamıştır. Nitekim kuruluşta büyük hizmetleri görülen Ahî Hasan Çelebi, Ahî Mahmut, Çandarlı Kara Halil gibi değerli kimseler de bu teşkilattan idiler.

Fatih Sultan Mehmet dâhil olmak üzere ilk Osmanlı Sultanları Ahi teşkilatının başı idiler. Devletin yerleşmesinden sonra ahiler siyasî yönlerini bırakarak esnaf teşkilatı olarak varlık ve etkilerini, etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Bu yüzden esnaf, “fütüvvetnâme” denilen yönetmeliklere tâbi, hizmet ehli, diğergam, dayanışmacı ve özerk bir yapıya sahiptir. Sistem rekabete değil işbirliğine, çıkarcılığa değil dayanışmacılığa, bencilliğe değil diğergamlığa, karşılıklı kontrol ve tahsis ilkelerine dayanmaktadır. İş ve çalışma hayatı belli bir disiplin altına alınmıştır. Yükselebilmek için ehliyet ve liyakat esastır. Bu yolda her şey sıralıdır. Esnaflığa giren genç, mesleğinde uzmanlaşmadıkça ve zamanı gelmedikçe yükselemez ve ayrı dükkân açamazdı.
Ahilik teşkilatının amacı, üyeleri arasında sevgi ve dayanışmayı sağlamak, gerek duyulduğu durumlarda da devlete her türlü yardımda bulunmaktır. Ahilik teşkilatının kendine özgü “Fütüvvetnâme” adlı yasaları vardır. Ahilik, çeşitli dönemlerde birer teknoloji ve sanat okulu, ilim ve kültür merkezi, gerektiğinde asker yetiştiren bir kurum rolünü üstlenmiştir.

Ahilikte öğretici, örgüte bağlı çıraklara sanat ve teknikle ilgili bilgiler yanında, toplum hayatının gerektirdiği kültür ve terbiyeyi de öğretirdi. Müslüman Türk toplumunun dinî, sosyal ve iktisadî, siyasî ve kültürel hayatında önemli rol oynayan ahi teşkilatı, kaliteli mal üretiminde bugün dahi örnek alınacak iyi bir sistem geliştirmiş ve bunu başarıyla uygulamıştır. Ahi ocağı üretilen mallarda kaliteyi sağlamayı yalnız ekonomik olarak değil; ahlâkî olarak da önemli saymıştır. Belirlenen ölçü ve kalitede mal üretmeyen üyelerini, ağır bir biçimde cezalandırmıştır.

Yüzyıllarca Müslüman Türk toplumunun temel kurumlarından biri olan Ahilik, 16. yüzyılın sonlarında Batı sanayi ürünlerinin Anadolu pazarlarını ele geçirmesi sonucunda çözülmeye başlamıştır. El tezgâhlarında mal üreten esnafın, sanayileşme faaliyetlerine uyum sağlayamaması ve mallarına alıcı bulamaması, Osmanlı ülkesinin Avrupalı Devletlerin ve tüccarların açık pazarı haline gelmesi, Ahilik teşkilatını bunalıma itmiştir. Osmanlı ekonomisinin zayıflamasının bir sonucu olarak sanat, ticaret ve iş hayatına askerlerin ve köyden şehre göç eden grupların katılmasıyla Ahilik teşkilatı etkinliğini yitirerek çözülmüştür.

Eğitim öğretim ile ilgili bir diğer kuruluş ise kütüphanelerdir. Bir milletin medeniyet seviyesi kütüphanelerinin ve ondan faydalananların çokluğuyla ölçülür. İlmin, şefkatli kollarıyla insanları sardığı İslam dünyasında kütüphaneler okulların vücuduydu. Herkes gücü ölçüsünde kütüphane kurmaya yönelir, bu hususta âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Özel kütüphanelerden resmi kütüphanelere kadar ağaç yetiştirir gibi her tarafa kütüphaneler dikmişlerdi. Kütüphaneler ya umumî, ya da hususî mahiyette kurulurlardı. Başlangıçta cami ve mescid yanlarına kurulan kütüphaneler sonraları medrese, hatta hastahâne bitişiklerinde kuruldular. Herkese açık olan bu kütüphaneler şehirlerin gülistanları oldular. Kütüphanelerin birçoğunun vakıfları vardı. Kütüphaneye alınan kitaplardan tutunuz, personeline varıncaya kadar bütün masraflar vakıflardan karşılanırdı.

Kuruluş döneminde kütüphanelerle ilgili olarak elimizde maalesef ciddi olarak bir kaynak yok. Yani devrin anlayışına göre bir kitap dolabından veya kitap için ayrılmış odadan ve kütüphaneciden söz etmek için elimizde yeterli bir bilgi yoktur. Kuruluş döneminde rastladığımız kütüphane örneklerinin ortak özelliği, bu kütüphanelerin küçük bir koleksiyona sahip olmaları, bu koleksiyonun korunması için tayin edilen görevliye ücret tahsis edilmesi, genellikle bu görevin kütüphanenin kurulduğu hayır kurumunda görevli kimseler tarafından yapılmasıdır.
Osmanlılarda kütüphaneler, ilmin yayılıp genişlemesinde (özellikle de yükselme döneminde) çok mühim bir rol oynadılar. Bilhassa Fatih, Yavuz ve Kanunî zamanlarında kütüphaneler birer bilim ve kültür yuvası haline geldiler. Osmanlılarda kütüphanelerden ciddi olarak istifade edilmesi, kütüphanelerin bilim ve kültür merkezi olması yükselme dönemine rastlar.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, şehri siyasî ve idarî merkez haline getirdiği gibi ilmî ve kültürel olarak da bir merkez haline getirdi. Fatih Sultan Mehmet, sadece kendisi ve saray için değil; halk için de ilk kütüphaneyi açan padişahtı.

Yavuz Sultan Selim de kitapsever bir padişahtı. Padişahlığı zamanında İstanbul’a İslam dünyasından birçok âlimin ve kütüphanenin gelmesini sağlamıştır. Bu dönemde fethedilen Suriye, Mısır gibi ülkelerden çok sayıda kitap getirtilmişti. Ayrıca sarayda büyük bir koleksiyon meydana getirilmiş, bu daha sonraki dönemlerde Osmanlı padişahları tarafından kurulacak olan birçok vakıf kütüphanesinin temelini teşkil etmiştir.
Kanunî’nin yaptırdığı Süleymaniye Kütüphanesi ise dünyanın sayılı kütüphaneleri arasında yer almaktadır. İstanbul’da Süleymaniye Cami külliyesinde hâlâ faaliyetini sürdüren kütüphane binlerce el yazma esere sahiptir. Bu kütüphane dünya kütüphaneleri arasında el yazma eserlere sahip birinci kütüphanedir. Daha sonraki dönemlerde başta İstanbul olmak üzere Anadolu ve Rumeli’de birçok yerde, halka ve medrese öğrencilerine yönelik birçok vakıf kütüphanesi kurulmuştur.
Osmanlılarda eğitim öğretim konusunda mahallenin de rolü büyüktür. Mahalleler bilgi iletişimin gerçekleştiği yerlerden biridir. Mahalle sakinleri arasında bilgisi ve kültürüyle tanınan kişilerin çevresinde toplanılarak yapılan sohbetlerde her türlü konu tartışılır, karara bağlanırdı. Mahalledeki bu bilgi aktarımı, duruma göre bazen mahalle mekteplerinde yapılırdı.

Sonuç olarak şunları söylemek gerekir ise; yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti’ni kısa zamanda cihan devleti yapan unsurların en başında asırlardır başarıyla uyguladığı ideal eğitim öğretim sistemi gelir. Zira Osmanlı Devleti, bu eğitim öğretim sistemi ve yetişmiş insan gücü sayesindedir ki çok geniş bir coğrafyada hangi din, dil ve ırktan olursa olsun yüzyıllardır insanları barış ve huzur içinde, bir arada yaşatmayı başarmıştır. Ne zaman ki bu ideal eğitim öğretim sisteminden uzaklaşılmış, eğitime bağlı olarak Devlet-i Â’liyye’nin diğer kurum ve kuruluşlarındaki yozlaşma ve bozulmalar da artmış, koskoca cihangir devlet tarih sayfalarına karışıp gitmiştir.

* Bilim Uzmanı, Araştırmacı-Yazar

BİBLİYOGRAFYA

Kitap ve Makaleler

-AKAY, Hasan, İslamî Terimler Sözlüğü, İşaret Yay., İstanbul 1995.
-BALTACI, Cahit, “Medrese ve Elemanları”, Diyanet İlmî Dergi, C. 6, S. 3, Ankara 1977, ss.133-141.
– —————–, “Eğitim Sistemi”, Osmanlı Dünyayı Nasıl Yönetti? İz Yay., İstanbul 1996.
– DÖĞEN, Şaban, İslam ve İlim, Gençlik Yay., İstanbul 1993.
– ERÜNSAL, İsmail, “İslam Medeniyetinde Kütüphaneler”, D.G.B.İ.T., Çağ Yay., C. 14, İstanbul 1993, ss.260-264.
– KAZICI, Ziya, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, Kayıhan Yay., İstanbul 1993.
– KILIÇ, Ahmet, “Enderun Mektebi Eğitimi ve Özellikleri”, İlkadım Dergisi Eğitim Özel Sayısı, S.111-112, Nevşehir 1997, ss.36-41.
– KODAMAN, Bayram, “Osmanlılarda İlim, Din ve Sosyal Müesseseler”, D.G.B.İ.T., C. 12, ss. 41-48.
– KOPRAMAN, Kazım Yaşar vdğr, Lise Tarih 3, MEB. Yay., Ankara 1995.
– ORTAYLI, İlber, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 2, Timaş Yay., 2. baskı, İstanbul 2006.
– ÖZTUNA, Yılmaz, Lise Tarih 3, MEB. Yay., Ankara 1976.
– SERTOĞLU, Mithat, Osmanlı Tarih Lügati, Enderun Kitabevi Yay., İstanbul 1986.
– YILDIRIM, Kazım, Düşünce ve Medeniyet Tarihi, Elif Ofset, Edirne 1992..

Ansiklopedi Maddeleri
– ER, İzzet, “Ahilik” mad., Sosyal Bilimler Ansk., Risale Yay., C. 1, İstanbul 1990, ss. 9-12.
– ERÜNSAL, İsmail, “Kütüphane” mad. D.İ.A., T.D.V. Yay., C.17, İstanbul 2004, ss. 23-30.
– İPŞİRLİ, Mehmet, “Enderun” mad., D.İA., C. 11, İstanbul 1995, ss. 185-187.
– ——————-, “Medrese”, “Osmanlılarda Medrese”, D.İ.A., C. 28, İstanbul 2003, ss. 327-331.
– KARA, Mustafa, “Fütüvvet” mad., Sosyal Bilimler Ansk., C. 3, ss. 166-168.
– KAZICI, Ziya, “Ahilik” mad., D.İ.A., C. 1, İstanbul 1988, ss. 540-542.
– ÖZBİLGEN, Erol, “Enderun Mektebi”, Osmanlı Ansk., İz Yay., C. 4, İstanbul 1996, ss. 228-232..
-ULUDAĞ, Süleyman, “Fütüvvet” mad., D.İ.A., C. 3, İstanbul 1996, ss. 259-260.
– ÜLGEN, Erol, “Ahilik” mad., Osmanlı Ansk., C.1, ss. 24-28.
– YENİ REHBER ANSK., “Ahilik” mad., İhlas Yay., C. 1, İstanbul 1993, ss. 248-252.
– ——————————-, “Enderun” mad., C. 6, ss. 319-322.
– ——————————-, “Kütüphane” mad., C. 12, ss. 363-365.
– ——————————-, “Medrese” mad., C. 13, ss. 328-331.

 

One thought on “Osmanlı Devleti’nde eğitim sistemi”
  1. gerçekten sayenizde performansımdan 100 adım teşekkürler :)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir